Kendi tarla, bahçe çalışmaları dışında sadece ormandan kaçak kesilen odun satımı ve tomrukları tahtaları satılarak para kazanıyordu babam. Bir de Tosya bağlarının bellenmesi için on günlük bir çalışma zamanı vardı. Yürüyerek gittikleri en az on kilometrelik yolları vardı. Sekiz saat çalışıp iki saat yürüyerek köye geliyorlardı.

Babam bağ bellemesinde çalışırken, öğle dinlenmesinde birkaç bağ evine giderek üç yük odun bağlantısı yapmış. Bağ belleme yevmiyesi on lira, bir yük odun beş lira. Babam akşam geldiğinde “ yüz lira yevmiyeler, on beş lira da odunlardan, Ali, guzum kurs paran çıktı sayılır inşallah. Öğle yemeklerini bağ sahibi veriyormuş. Sağolsun, çorba, pilav iyi etli. Safa bey diye birisinin bağı.” Diye açıklamalar yapıyordu.

Üçüncü gün eve geldiğinde, yarın akşam belki de gelmem. Bağda Tosya’dan gelen Bürnük’lü Mustafa  ilr tanıştım. Anne tarafından ortak tanıdıklar çıktı. İyi birisi. Bana , “İsmail gitme köye, git gel yorulma, kırk beş dakikada evdeyiz, sen iki saat yürüyorsun en az” diye ısrar etti. Duruma bir bakayım, gelemezsem merak etmeyin, tamam mı diye bizi bilgilendirdi.

Babam üç gün akşam sonra eve geldi, çok mutluydu. “Yarında çıralı bir yük odun, biraz bulgur tarhana  götüreyim, üç akşamdır yük oldum. Ama gittiğim iyi oldu. Ali, müjde guzum yirmi günlük kurs açacaklarmış Sakarya okulunda. Mustafa’nın evine yakın, Harsat Mahallesi’nde. Kurs bitinceye kadar onlarda kalacaksın.

Hanımı Kerime, bir kız iki oğlu var. Bahçeli, avlulu İki katlı bir evde birlikte oturuyorlar. Mustafa dayın, ‘okuyan çocuğa canımı veririm, iki oğlum vardı, üç oğlum var’ dedi. Annem biraz kaygılandı ama babam kararını vermişti. Sakarya okulundan ve diğer okullardan öğretmenler kursu parasız vereceklermiş. Artık Mustafa da bizim kardeşimiz oldu.” Sözleriyle benim moralimi yükseltmeye çalışıyordu.

Annemin gözleri, sanırım gelecek günlerin ayrılık  yaşlarını ince ice akıtıyordu . Yirmi gün ayrı kalacaktık. Babam, “sulu gözlülük yok, yuvadan uçsun da yeni yuvalar kursun guzum.”  Gözlerini silerek hayırlı olur inşallah diye diye kalktı annem. Akşam sofrasına bulgur aşı, bir tas hoşaf suyu,iki bazlama ekmeği koydu. Babam bir gün daha çalışıp dönecekti. “Bu sabah daha erken kalkayım, odunu ve armağanları Mustafa’ya bırakıp, saat sekize bağa birlikte yetişelim.” diyerek sofraya oturdu…

              Ali Çakır yakın koşumuzdu. Bilemediğim matematik sorularını çözüm yollarında bana yardımcı oluyordu. Yaşar Öğretmen okulundan birinci sınıf geçerek yaz tatiline geldi. Bir müddet fen bilgisi,Türkçe ve matematik konularında yardımcı oldu.Temmuz ortaları Cuma  günü ikindi saatleri  harmandaydık, korucu bir zarf getirdi. Açıp okudu babam. “Pazartesi günü kurs başlıyormuş, yarın bürgün hazırlık yap, çocuğun  esbablarını (giyeceklerini) hazırla” dedi.

              Pazartesi günü erken kalkarak on sekiz kilometre yol maceramız başlamıştı. Ormancının dikkatini çekmesin diye odunları yaygı denilen örtü ile kamufle ettik. Annem “ekin çuvalı sanırlar, Allah işinizi rast getirsin” diye uğurladı. Elini öptüm annemin, yola çıktık. Bu aylarda Devrez’in suyu azalıyordu, Deli İzzet’in arkı yürüyerek geçilir hale gelmişti. Tosya’da işi olanlar, odun satmaya, ekmek almaya gidenlerle birlikte yürüyorduk.

Benim kuran kursuna gitmediğim ve öğretmen okuluna gitmeme kızanlar  kinayeli konuşuyor, babama, “lan İsmail sizin sülaleden öğretmen çıkmaz emme, inşallah emeğin boşa çıkmaz” gibi sözler söylüyorlardı. Bu konuşmalar canımı yakıyordu ama “büyüklere söz söylenmez, tamam dayı, amca diyeceksin” diyordu babam hep. Gece sabaha uyanırken , şehre girdik.

Çay boyundan Mustafa Dayı’nın evine doğru giden yolda, dükkanlar, hanlar hareketlenmiş, pazar kamyonları ve tüm satıcılar tezgahlarını açmışlardı. Babam , “biraz sonra iğne atsan yere düşmez. Ben seni eve teslim edeyim. Eşek samanını yiyinceye kadar işleri göreyim çarşıda” dedi. Kenardaki tezgâha gözü ilişti. Eşeği bir dakika tut dedi bana. İç çamaşırlar vardı. Beni göstererek, “çocuğa göre iki tane iç göynek alacam, burada kursa gidecek de, bir arkadaşın evinde kalacak” dedi. Yaymacı bana, babama, eşeğin üstündeki yüke baktı. “Satmaya mı getirdin, ne var yükte?” Dedi.

“Odun, çocuğun  kalacağı eve getirdim satılık değil” deyince, Satıcı, “al şunları, bunun adı atlet artık, göyneği unutun. Bak buna da şort diyorlar, iç donu değil” diyerek gülümsedi. Şortu ilk defa görüyordum. “İki lira ama haydi siftah olsun bir buçuk lira ver yeter” dedi. Babam hiç itiraz etmeden parayı verdi. Atletleri annemin hazırladığı torbaya koydu. Eve doğru hareket ettik. “Bak, okul şu köprünün karşısı, ev de bir sokak yukarıda. Ben Mutafa dayına on lira da harçlık bırakacağım. Bir şeyler canın çekerse ye.

Ben her şeyi konuştum, evin gibi rahat ol. Sakın gelip giderken kimseye uyma.Burası şehir.Haydi guzum bizi mahcup etme, çok çalış, öğretmenleri iyi dinle, bilemediklerini sor, öğren kazan şu imtihanı..” Babamın öğüt dolu konuşmalarıyla eve geldik. “Haftada bir pazarları gelirim” diyerek kanatlı kapıya vurdu. Sanki biz bekliyorlarmış, kapı açılınca altı kişi bizi karşıladılar, buyur ettiler.

Kerime teyze öyle sevecen sıcak bir kadındı ki, hemen bana sarıldı. “Demek Ali’miz bu haaa. Maşallah boncuk gözlüymüş. Bir öğretmen olursa şehirli kızlar kapar bunu” diye takıldı. “Aman bunları kafasına sokmayalım Kerime Hanım. Önce Allah’a, sonra size emanet ediyorum” derken, boğazı düğümleniyor gibiydi. “Hiç aklın burada kalmasın İsmail.

Dördüncü çocuğumuz saydık Ali’yi. Haydi buyurun” diyerek tarhana, domates, pazar ekmeği, marul,turşu olan yer sofrasına oturduk. Neşe içinde yemeğimiz yedik. Babam, Mustafa Dayı ile birlikte özel uzunca konuştular. “Giyecekleri bu torbada” diyerek Kerime teyzeye verdi. “Kurs vakti de yaklaşıyor, ben Ali’yi okula teslim edeyim,” dedi.

Mustafa Dayı, “bugün işim yok birlikte gidelim. Hepsini tanıyorum öğretmenlerin” dedi. Okula birlikte gittik. Beni yetkili öğretmene teslim edip döndüler. Üç sınıf yapmışlar, yüz kişiye yakındı gelen öğrenci sayısı. Dolu dolu üç saatten fazla ders görüyorduk. Zaman zaman farklı öğretmenler geliyordu. Defter ve kalemi kendimiz alıyorduk. Konuları öğretmenler, geçen yıl çıkan sorular doğrultusunda anlatıyorlardı.

Yirmi günlük kurs süresince birçok kişilikte farklı arkadaş tanıdım. Sosyal aktivite ve insanlarla iletişimimi geliştirdim. Konuşma, soru sorma, dinleme tekniklerimi geliştirdiğimi daha sonraları fark ettim.İlk dondurmayı, ilk iri salatalık turşusunu Tosya ilçemizde kendim alarak yedim. Mustafa dayıdan habersiz Yörük Ali Efe filmine giderek sinemayla tanıştım.

Bul karayı al parayı diyen üç kağıt oyunlarını izledim. Hatta bir pazartesi günü babam gelmemişti, ders öğleden sonra verilecekti pazar diye. Çarşıda kader çekenleri izlerken, Komşumuz Bekir dayı beni fark etmiş, kulağımı acıtırcasına çekerek, “gel bakalım Ali, sen buraya kumarcılara bakmaya mı geldin, babana söylersem alır götürür köye” demişti.

Çok korkmuştum. “Bekir dayı valla ben sadece geçerken baktım, babama söyleme” dedim. “Bir daha görürsem, ben götürürüm seni, haydi okuluna buralarda dolaşma…” köylü sözleriyle bana nasihatte bulundu. İleriki yıllarda Bekir dayıya teşekkür ettim. Komşuluk ve komşuluk sahiplenmesinin ne olduğunu anladım. Yirmi günlük kurs süresince, ailenin önemini, gurbetin, hasretin ne olduğunu öğrendim.

             Sınav günü büyük heyecanla sınıflara yerleştik. Tahtaya on soru yazıldı. Bir tanesi kompozisyon sorusuydu. Hiç unutmadım.”İstanbul’un alınışının Türk ve dünya tarihi üzerindeki etkilerini anlatın” dı. Sınav sonrası Mustafa dayılarla vedalaşıp köye döndük.

              Eylül ayının ilk günlerinde pazara inmişti babam müjdeli haberi getirdi. Tosya’dan benimle beraber on dört kişi ilk yazılı sınavı kazanmışız. Ömer  öğretmenle konuştum, oğlu Nihat da kazanmış. Cumadan gidecekmişiz toplu minibüs tutulacakmış.   

Dinlen rahatına bak,göz gezdir derslerine biraz daha. Cumartesi Gölköy’de toplu imtihan yapacaklarmış. Okulun yatakhanelerinde cuma gecesi uzaktan gelenleri misafir edeceklermiş. Geçmek bilmeyen bir beş gün daha beni bekliyordu. Babam Kara Ali eniştemden cebimizdeki belki yetmez diye elli lira borç almıştı.

Cuma günü erkenden annemin hayır duaları ve gözyaşları arasında yaya yola çıktık. İki minibüsün de boşluk kısmına iki sandalye koyarak yolcuları bindirdiler. Sabahın sekizinde yola çıktık. Kastamonu yolu Ilgaz Dağlarının dorukları, derin vadileri arasında yılan kıvrımı gibi çıkıyor iniyordu. Bende de ilk defa böyle bir yolculuğa çıkma heyecanı ve korkusu vardı.

Virajlardan döndükçe, içimiz bulanıyordu. Birkaç defa minibüsten indim, çoğumuz araba tuttu. Bir amca, “iyi ki erken çıktık. Çocuklar dinlenir. Semelendiler  yahu” diye serzenişte bulundu. Kastamonu’ya geldiğimizde babalarımız para toplayıp, okulda yeriz diye  ekmek, domates, peynir aldılar. Saat on üç gibi Göl Öğretmen Okuluna geldik.

Ömer  öğretmenimiz de bizim arabadaydı. “Ben gidip okul idaresiyle konuşayım” dedi. Biraz sonra  kolunda Ö.B yazan büyük bir abi ile geldi. Öğrenci başkanıymış. Bizi bir yatakhaneye götürdü. “Burada kalanlara akşam yemeği ve sabah kahvaltısı verilecek , akşam yemeğinden sonra öğrenciler imtihan hakkında bilgilendirilecek.Yerinizi unutmayın. Sanırım azıklarınız var yemekhanedeki masalarda yiyebilirsiniz. Bardaklar ve sürahilerde su var.” Eliyle kapıdan göstererek “şu büyük bina yemekhane” dedi. Şimdi ismini unuttuğum bir arkadaş, “sürahi ne lan?” diye sorunca, başkan gülümsedi. “Su doldurulan” kap dedi. Arkadaş “testiye koysalar” deyince, herkes gülmüştü.

Ömer Öğretmen başkana, “Evlat ben buradan mezunum. Gerisini biz hallederiz” deyince başkan önünü düğmeledi. “ Peki  öğretmenim” diyerek ayrıldı.

              Saatler ilerledikçe okul kalabalıklaşıyordu. Alınan erzakları minibüsle gelen on dört kişi birlikte yedik. Ömer öğretmen , “haydi size dershaneleri, reviri diğer yatakhaneleri, top sahasını, fotoğraf ve müzik atölyelerini göstereyim, sonra gelip dinlenelim” dedi. Sanki bizi “siz kazandınız, burada okuyacaksınız” der gibi motive ediyordu. Bin kişinin bir anda oturabileceği tabure ve on altışar kişilik masalar ve tabureler olduğu, ön tarafında  bir sahnenin bulunduğu çok büyük bir binaydı yemekhane.

             Saat on sekiz otuz gibi gruplar halinde yemekhaneye aldılar. Saat yirmide “tüm öğrenciler yemekhanede hazır olun” anonsu yapıldı. Saat yirmide çocuklar taburelerde, veliler kenarlarda yemekhane doluydu. Bir yetkili çıktı, “Çocuklar bu sene bir değişiklik yapıldı. İlk defa test ile imtihan olacaksınız.

Kastamonu, Sinop ve Zonguldak illerimizin köy okullarından bin yüz öğrencimiz yazılıyı kazanarak ikinci imtihana girme hakkı kazandı. Yüz yirmi kişi asil kazanacak yirmi kişi de yedek olarak kazanmış olacak. Testin ne olduğunu çoğunuz bilmiyorsunuz. Ben bugün size biraz bilgi vereceğim. Yarın imtihan başlamadan detaylı açıklama yapılacak” diyerek bir saate yakın sunum yaptı.

Yatakhanelerde yer bulamayan sonradan gelen birçok kişi Kastamonu otellerine kendi arabaları ve okulun otobüsüyle Kastamonu’ya otellere döndüler.

Yatakhaneye geldiğimizde ranza denilen çift katlı karyolalara yattık. Sabahın altısında ayaktaydık. Okul yemekhanesinde ekmek, zeytin ve çay verdiler.

Doymadık diyenler okul kantininde paralarıyla ayran ile beraber kek yediler. Babam orelet ve kek aldı. İlk defa kek yemiştim. Oreleti de ilk içmiştim. Saat dokuz gibi adımız okununca, kimlik kontrolü yapılarak yerlerimize oturduk.Test hakkında bilgiler verildi. Test kâğıtları dağıtıldı. Gözlemci öğretmenler, kimlik bölümlerini yazmaya yardımcı oldular ve kapattırdılar.

“Saat on ikide kâğıtları toplayacağız, başlayabilirsiniz” dedi yetkili. İmtihan belirlenen saatte bitti. Dışarı çıkanlarla fikir alışverişi yaptık. Aklımıza gelen farklı soruları karşılaştırıyorduk. Aldığım yanıtlardan son kazanacağımdan emin olmaya başladım. Babam diğer arkadaşlardan duyduğu suların cevabını öğrenince gelip bana soruyor, söylediğim yanıt doğruysa, “aferin bu da doğru” diye neşeleniyordu.

Okul hoporlöründen bir anons, “imtihan sonuçları yarın açıklanacak. Öğrencilerimize yer vereceğiz veliler başının çaresine baksın!”  Veliler arasında bir sessizlik ve dalgalanma oldu. Yeni idare binasının önündeki kalabalık gerekli tembihleri yaparak dağılmaya başladı. Babam beni Ömer Öğretmen’e teslim etti. Tosya’dan birlikte geldiğimiz arkadaşların bir kısmı ve babalarıyla Kastamonu’ya döndü.

Ömer Öğretmen, oğlu Nihat ile beni okul kantinine götürdü. “Acıktınız” diyerek bir kese kâğıdı içinde yedi sekiz tane kek getirdi ve oraletlerimizi içerek yedik. “Gelin sizi öğrenciyken diktiğimiz elma bahçelerine götüreyim, okulun elmalarından yiyelim” dedi. Göl Öğretmen Okulu Köy Enstitüsünden dönüştürüldüğü için çok geniş tarım alanlarına sahip.

Daha çok Amasya elması vardı. “Her şey üretiliyor burada. Kazanırsanız işçi gibi çalışmaya, kurallara uymaya, üretmeye, paylaşmaya, bilgili ve iyi bir insan olmaya başladınız demektir. Sizden umutluyum.” Dedi. Nihat kendinden daha emindi. Etrafta dolaşırken bir anons daha yapıldı. “Saat on sekizde sonuçlar açıklanacak” diyordu.

“Saat dört, yani on altı” dedi Ömer Öğretmen bizi yatakhaneye götürdü, biraz daha dinlenmemizi istedi. Bir türlü vakit geçmiyor, heyecanımız artıyordu. Nihat her konuda daha cesurdu. Cebinde çok parası vardı. “Bir ara ne kadar paran var?” diye sordum. “Belli olmuyor, babam istediğim kadar veriyor” demişti. Benim özel hiç param olmadı. Cebime aldığım para bozuk olurdu. Yirmi beş kuruştan büyük para hiç taşımadım.

            Yemekhane ve okulun idare binası önündeki alanda hareketlilik artmıştı. Velilerin çoğu, bugün açıklanır umuduyla gitmemişlerdi. Ya da kazanamayacaklarını anlayanlar dönmüşlerdi. “Kazananları puan sırasına göre ve ilçe adını da belirterek okuyacağız, ismi okunanlar içeri girerek salonda bekleyin, yüz yirmi asil yirmi yedek kazananları okuyorum.

Hayırlı uğurlu olsun!” sözlerinden sonra alanda çıt çıkmıyordu.Üç ilin ilçelerinden bir, iki bazen üçer kişi okunuyordu.Daha çok Taşköprü,Boyabat,Erfelek,Daday ilçelerindendi kazananlar.Tosya ilçemizden yedi kişinin ismi okundu, ben yoktum. Kulaklarım uğuldar gibiydi. Bayrak direğinin kenarındaydım, direğe tutundum. “Şimdi Yedek kazananları okuyorum onlar da içeri girsin” dedi.

İlk okunan bendim. “Ali Küçük Tosya, Nihat İşleyen Tosya” deyince hiç sevinemedim. Kendi kendime konuşuyordum. Yedek ne olacak ki, birisi okuldan kovulacak gelmeyecek de, gibi düşüncelerim bir anda yorgunluğa dönüştü ve yere çöktüm. Kolunda öğrenci başkanı yazan bir abi yanıma gelerek , “adın ne senin, niye halsizleştin, epeydir izliyorum seni cin gibi bakıyordun” dedi.

Duygulanmıştım. Gözlerimdeki yaşı görünce “ne oldu, kazanamadın mı yoksa?” dedi. “Birinci yedek olmuşum deyince kolumdan çekerek “oooo sen kazandın, ha birinci yedek ha ilk onda kazanmışsın hiç farkı yok.” Kolumdan tutarak kaldırdı salon kapısından içeri koydu. Nihat önceden girmiş, beni görünce, “Ali kazandık valla” diye bana sarıldı. Umutlanmıştım.

Listeyi okuyan öğretmen, “salonun köşesine doğru çift sıra olun, puan sıralamasını yapan öğretmenleriniz sizi görsün. Birinci kazanandan yedekler dahil isimlerinizi tekrar okuyacağım, öğretmenlerinize bakarak yavaş yavaş çıkın, dışarıda öğrenci başkanı abiniz ve yardımcısı, okula kesin kaydınızı yaptırmak için neler gerektiğini ve hangi özel ihtiyaçlarınızı getireceğinizin eşyaların listesini verecek.

Alın velilerinize mutlaka verin” dedikten sonra isimleri okumaya başladı. Sıra yedeklere gelince birinci sırada Nihat  ismi okununca ben hemen fırlayarak bağırdım, “dışarıda birinci bendim, içeride niye değiştirdiniz, onun babası öğretmen, benimki çiftçi ondan mı, haksızlık yaptınız!” diye bağırdım. Bağırmama oradaki öğretmenler ve on beş civarındaki yedek arkadaş tanık oldu.Bir anda öğretmenler etrafımı sardılar. “Sus yavrum ortalığı velveleye verme, ha bir ha iki ne fark eder, sen zaten kazandın. Bağırma böyle. Biz kılı kırk yardık” şeklinde farklı uyarılar yaptılar. “Babam burada yok, ona söyleyeceğim” diyerek çıktım.

Başkan kâğıtları dağıtmış bitmişti. Nihat , “Ali sen ikinci, ben birinci yedekmişim” diyerek işi şakaya vurdu. Benim üzüntülü halim Mümtaz Uncu’nun dedesi izlemiş, “üzülme , babana söyleriz o gelir düzelttirir yanlışı” dedi. Bu arada Ömer Öğretmen geldi. “Hadi bakalım , kazandınız! Gidelim Kastamonu’ya, babanı bulunca müjdeyi verelim” dedi. Benim üzüntümü anlamazdan geldi.

Belki de kapatmak istedi. Ben de bir şey söylemedim. Akşam karanlığında Kastamonu’ya geldik.Babamı bulamadık. Nasurullah Cami yakınlarında eski bir otelde kaldık. Parayı Ömer Öğretmen verdi. Sabah yedi gibi ayaktaydık. “Nasılsa birisi söyler gece geldiğimizi, haydin Nasurullah  Camii şadı rvanında  bekleyelim. Babana teslim edeyim seni, biz gideriz” dedi.

              Yemek yiyip yemediğimizi hatırlamıyorum. Saat sekiz gibi babam buldu bizi. Mümtaz’ın dedesi söylemiş. “Okula git hakkını ara çocuğun, vallahi cesurmuş oğlun” demiş. Ömer Öğretmen’e teşekkür etti. “Hakkın geçmesin” diye beş lira verdi. Ayrıldık. Babam bana baştan olayı anlattırdı. Ömer Öğretmen biraz durgundu.

“Üzerinde hakkı var, boş ver, belli etmeyelim” dedi babam. Yürüyerek garaja kadar gittik. Kahvehane sahibine, Öğretmen Okuluna kadar acil gitmesi gerektiğini, dönünceye kadar beni bir emanet olarak alması için ikna etti. “Aman guzum buradan ayrılma” derken, cebinden beş lira çıkartıp verdi. “Bak buralarda simit çay var, aç kalma sakın, Azık torbamızı da boynuna as. Allah’ım yardım et” duasını ederken, bir kaleyi fethetmeye giden komutan gibi büyümüştü gözümde.

Gün eğilmeye başalmıştı. “İşimiz rast gitti guzum, minibüsü kaçırmayalım” diyerek yazıhaneye geçtik. Son araba bir saat sonyar mış. Bileti aldık. “Gel karnın açtır. Çok da yemeyelim araba tutarsa kötü olur” dedi. Biraz üzüm, domates ,ekmek aldık, garajın bir köşesinde yedik. Minibüsü beklerken anlatı babam. “Yola çıktım yürüdüm biraz, bir kömür kamyonu geldi el kaldırdım. ‘Gardaş, çocuk imtihanı kazandı ama bir yanlışlık olmuş, onu düzelttirmem lazım, daha dönüp Tosya’ya gideceğiz, beni okulun yakınlarına kadar atıversene’ dedim.

Merhametli bir insan evladıymış. ‘Hemşerim önde yer yok kasaya bin. Öyle içten söyledin ki yardımım dokunsun. Daday’a gidiyorum. Mademki işin acele, senin için okulun içindeki ara yoldan gideyim , işin görülmüş olur’ dedi. ‘Allah razı olsun’ dedim, bindim kasaya.Tabanında kömür tozu ve kırıkları var, tozuyordu.

Mendili ağzıma sardım.Aşağı çöktüm. Gözüme gelen tozlar elimin tersiyle silerken, kömürlerin arasın baktım elli lira para. Simsiyah olmuş. Dikkatli bakmasam göremezdim. Aldım, tozunu sildim, hiç yırtığı yoktu. İnince şoföre vereyim diye ceketin cebine koydum.Tam imtihana girdiğiniz yemekhanenin arkasında indirdi beni.

‘Gardaş sağol, borcumuz kaç lira?’ dedim. ‘Hemşerim çok toz olmuşsun. İyice silkele onları, işin kolay gelsin’ derken sözünü kestim elli lirayı çıkartarak, ‘bunu arabada kömürlerin arasından aldım, buyur bu senin  olmalı’ dedim . Yanında oturan iki kişiden birisi, ‘oh beee yevmiyelerimiz’ çıktı dedi, Şoför, ‘hop hop dur bakalım’ diye tersledi yanında oturanı.

‘Nasip bu hemşerinin. Baksanıza çocuğu için nelere katlanıyor. Hemşerim o seni hakkın, helalinden harca diyerek’ kamyonu sürdü. Parayı cebime koydum. Bak guzum dünya böyle iyi, merhametli insanlar sayesinde batmıyor. Helal süt emmiş insanlar var daha. Elbiseleri silkeledim. Kendime çeki düzen verdim, şapkamı koltuğumun altına aldım müdür odasını önüne geldim. ‘Toplantı var’ diye beklettiler biraz. Kapıyı gözledim açılınca dalacağım içeri. Numune hastanesinde çalışırken, bu işin usullerini öğrenmiştim. Anlatırken daha da mutlu olmaya başladı. Bir ara kapı açıldı geniş yüzlü güleç bir öğretmen çıktı. Hemen yanına giderek ‘hocam ben daha Tosya’ya döneceğim, çocuğumun durumunu öğrenmeye geldim deyince… Kazandı mı oğlun, adı ne bakalım’ dedi.

‘Ali Küçük, birinci yedek kazandı’ diyemeden, ‘haaaa şu bağıran çocuk. Onu konuştuk içerde, sen de  büyütme. Ben Kazım Sözen, iş bilgisi öğretmeniyim. İnşallah iyi bir öğretmen olarak yetiştireceğiz onları. Çocuk biraz feveran etmiş ama, hakkını savunmasını biliyor. Gel imtihanda bulunan tüm öğretmenler Eğitim Şefi’miz de buradalar. Bir selam ver,’ diye beni içeri aldı.

“Sayın müdürüm dün salonda bağıran  birinci yedek Ali Küçük’ün babası’ deyince, biraz telaşlandılar. Müdür, ‘hoş geldiniz, hayırlı olsun. Ali bizim öğrencimiz artık, ilk on yedek mutlaka girer, fazlası da olabilir. Siz geldiniz madem ki, gerekli evrakları alın ’ diyerek masanın üstündeki hazırlanmış evrakları verdi. ‘Bu yazılı olanları hazırla, sağlık raporunu Kastamonu’dan alacaksınız.

Bavulu sağlam olsun’ dedi. ‘Biz de çay molası vermiştik. Otur bir çayımızı iç de gidersin’ dedi . Sandalyeye otururken , ‘efendim yürüyerek iki saatten fazla sürer, gelirken bir kömür kamyonuyla geldim.’ dedim. Müdür Bey, ‘sen rahat ol, öğleden sonra okulun otobüsü gidecek, seni garaja bırakır acele etme’ dedi. İçimden ‘suçlarını kapatmaya çalışıyorlar’ diye geçirdim ama hiç öfkem kalmamıştı.

Tüm öğretmenler güzel, samimi insanlar. Ben fesat insanları şıp diye tanırım. Çayı içtikten sonra müsaade isteyip kalktım. Otobüse, Kazım Öğretmen bindirdi, ‘misafirimiz’ dedi. Şoför para almadı. Erkence gelmiş oldum. Bunların içinde senet işi kafama takıldı. Bakalım iki kefil  bulabilecek miyiz. Az da değil kuzum baksana.

Ben yedi yüz elli lira sanmıştım. Yedi bin beş yüz liraymış. Devlet işini sağlama alıyor. Kayıt olur okumazsa, okuldan kaçarsa, kavga eder, yüz kızartıcı bir şeyler yaparsa okuldan atılıyor, devlet bu parayı bizden alıyor, ödeyemezsem kefillerden alıyor. İnşallah buluruz.

Neyse bu elli lirayı Tosya Müftüsü’ne danışarak hayra, ya da köyümüzdeki kuran kursuna veririz” dedi. Aklı bulduğu paradaydı. “Eniştemden aldığın borcu verirsin baba” dedim. Yüzüme baktı. Aklına yatmıştı sanki. “Bakalım borcuma versem olur mu?” diye de sorayım  müftüye derken yüzüne neşe gelmiş gibiydi.

           Minibüse bindik. Şoför, “tamam mı yolcular” diye koltuğuna geçerken benimle göz göze geldi. “Ne o çakır, sen de mi imtihana geldin?” deyince , “evet birinci yedek olarak kazandı” dedi babam. “Maşallah. Gelirken Karadere’de  diğer gelenlerle karşılaştım.

Sekiz on kişi kazanmış Tosya’dan. Daha gündüzlü okuyanlar da olacak, on beş yirmi kişi olur bu sene  Tosyalı. Hangi köydü sizin?” dedi. “Aspıras’lıyım.” dedim. “Nihat Öğretmen’in talebesi misin? İyi tanırım kendisini. Bir de Yaşar var onun talebesi. Bu yaz tatili başlarken benimle geldi Gölköy’den. İnşallah okuyun da memleketimize yararlı olun. Ben de Çevlik köyündenim” dedi. Ara sohbetlerle dik ve kıvrımlı yollardan geçerek, bazen çeşme başlarında durarak Tosya’ya geldik. Yorgun ve uykusuzdum.

Babam, “bu gece Mustafalarda kalalım. Biraz üzüm, domates, salatalık, ekmek aldık. Bir kilometreye yakın yürüyerek eve vardık. Kerime teyze açtı kapıyı. Heyecanla, “ben rüyasını gördüm, Ali’m kazandı okulu” diyerek sarıldı bana. Mustafa dayı, oğlu Murat, kızı Sevim bize bakıyorlardı.

Babam “birinci yedek kazandı Mustafa, hayırlısı bakalım.” Elimizdeki aldıklarımıza bakarak, “aşk olsun İsmail, siz yoldan geliyorsunuz, bunlara ne gerek vardı?” diye sitem etti. O gece misafir kaldık. Yemek yedikten sonra köşede uyumuş kalmışım. Sabah kahvaltısında babam, kamyonda bulduğu elli lirayı, müftüye sorarak değerlendireceğini söyledi. Okuldan verilen kayıt listesini cebinden çıkartarak, “bunları istediler” diye uzun uzun anlattı Mustafa dayıya. En çok da kefil bulamayacağından korkuyordu. Kefilliğe herkesi kabul etmiyorlar.

Olabileceklerden de sırtı kalın bir tanıdığımız yok. Bakalım ne olacak. Kazanılan imtihanın mutluluğu bu kaygılarla kaybolup gidiyordu. Güneş dikilmeden yola çıkmak için vedalaşırken Mustafa dayı, Deringöz’e kestirme inecek bir yol tarif etti. “En az bir saat önce gidersiniz köye” diyerek yolcu etti bizi. Şehri çıkmadan , “çocuklar elimize bakar” deyip iki pazar ekmeği aldı babam. Şehri, Berçin yolu tarafından çıkıp, bağ aralarının içinden, patika yollardan geçerek yürüyor, arada bahçelerin dışına düşmüş elma, armut, eriklerden alıyor, sahibine seslenerek, yola düşenleri “alabilir miyiz?” diye müsaade istiyor, “ölmüşlerinizin canına değsin, helal edin” diyerek teyit ettiriyordu babam.

“Kuzum, haram en büyük günahtır. Kul hakkıdır. Sakın ola rızasız kimsenin bir şeyini yeme. Yesen bile mutlaka sahibinden helallik iste.”  Öğle sıcağında Kızılkaya’ya doğru çıkıyorduk. Balaban’da biraz oturduk su içtik. Köye yaklaşmıştık. Ekin biçilen tarlalarda bizim köylü ve Çepnili öküz çobanlarının yemek istirahatları, yol kenarında küçük oğlak sürüleri,anırarak kendilerini ifade eden eşekler, köpek havlamaları, Yücek’ten, karşı göldeki sürü çobanına “sürüyü bostanların arasına koymayın” diye seslenen korucu Arap Hakkı’nın yankılı sesi, alışık olduğumuz doğanın öz müziğiydi.

             Eve geldiğimizde, kız kardeşim Fadime, “aga öğretmen oldun mu gayli?” derken, gözlerindeki mutluluk, öğretmen olmaktan başka çaremin olmadığını anlatmıştı. “Hani ak ekmeği sormadın!” dedim. “Aman aga, öğretmen olunca bir çuval alırsın” sözü hep kulaklarımda çınlar. Annem Aslanlı’da ki bahçeden patates sökmüş geldi. “Öğretmen guzum hoş geldin” diye sarıldı. Öyle içtendi ki, üç yaşlarımda beni soğuk su ile yıkayıp elbisemi ıslak giydirerek sobada dönerek kuruttuktan sonraki, “guzummm” diyerek sarılışı gibiydi…