“Öğrencilerine el veren  tüm öğretmenlerimize,  saygılarımla!”

Şahin BAŞ

            Dağların arasından güneş, son ışıklarını saçarak, ortalığı kızıla boyayarak kayboluyordu. Ortalık sessizleşiyor, akşamın son kuşlarının çığlıkları ve fabrikanın makinelerinin sesi belli belirsiz duyuluyordu. Mavi, mor, sarı bulutlar güneye doğru kayıyor, akşam oluyordu. Yorgun işçi kafilesi tuğlaların arasından tozlu yoldan geliyordu. Kızarmış yüzleri, tozdan gözükmeyen saçlarıyla çalışmaktan çok savaştan dönüyor gibiydiler. Çoğu yüzünü alelade yıkadıktan sonra servislere biniyor, evlerine doğru yola çıkıyordu. Çok azı ise fabrikadaki koğuş olarak isimlendirilen yatakhanede kalıyordu. Gidenler iyi akşamlar dileyerek ayrıldılar. Kalanlar ağır ağır koğuşlara doğru yürüdüler.
           Kapıyı usulca açtı, havlusunu, şampuanını aldı. Banyoya gitti. Banyo ve tuvaletler yan yanaydı. Banyo birer elektrikli şofben bulunan üç odadan oluşuyordu. Banyosunu aldı, şortunu yıkadı, havluyu üstüne sarıp çıktı. Biraz rahatlamıştı, elbiselerini giydi. Odada bir masa, sandalye, yatak, okunmuş bir gazete, kitaplar, kasetçalar, bir soba ve mutfak eşyaları bulunuyordu. Odanın duvarları sobanın isinden kararmış, odaya kasvetli bir hava vermişti. İşçinin kahvaltısı yemeği farklı olmazdı zaten. Amaç karın doysun yeter. Çoğuncası bir yumurta, çorbadan ekmekten oluşan menü hiç değişmezdi. Alelacele hazırladıklarını yedi, usuleten temizlik ve düzenlemeyi yaparak sonra şehre gitmek için dışarıya çıktı. Akşam olmuş, her yer kapkaranlıktı. Bu güzel şehir ona artık sadece acı veriyordu. Bir zamanlar yaşadığı, çocukluğunun ve öğrenciliğinin geçtiği bu şehirden sanki sürgün edilmişti. Okul arkadaşlarına, öğretmenlerine rastlamak korkusundan şehre ancak gece gidebiliyordu. Bir suçlu rahatsızlığıyla sokaklarda dolaşıyor, sanki kaldırım taşlarında yenilgisini görüyordu. Kimsesiz, umutsuz bir şekilde, anıların peşinde eskiden bulunduğu yerleri, okulunu ve gidemediği ne kadar yer varsa önünden geçiyordu. Önceden, çok önceden her şey ne kadar da güzeldi. Güzel bir okulda okuyor, öğretmenlerinden iltifatlar alıyor, geleceğe dair çeşitli hayaller kuruyordu. Yıllar yılları kovalıyor, çocukluktan gençliğe doğru geçiyor, ortaokul bitip lise yılları başlıyordu. Sınavlara hazırlanıyor, yapacağı mesleği seçiyor, gitmek istediği üniversiteyi belirliyordu. Her şey böyle güzel giderken birdenbire bir şeyler ellerinin arasından kayıyor, tutmak istiyor ama umut ve hayalleri tuzla buz oluyordu. Bir kaza, raydan çıkan bir tren, uzatmalar da gol yiyen bir takım, kendi hayatına hükmedememe acziyetindeydi…
            Güzel şehirlere gitmiş, yeni yeni insanlarla tanışmış, uzak ülke düşleri kurmuş, kütüphane, müze, sosyal aktivitelerin hepsinde olmak isteyen, güneşin ilk ışıklarıyla denize atlayıp, masmavi denize karışmak istermişçesine yüzen, küçük bir kayık gibi dalgalarla boğuşan toy delikanlılığını yaşıyordu.. Bir keder, huzursuzluk içini kaplıyor, umutsuzluk onu yiyip bitiriyordu. Bu rüyadan uyanmak, kâbustan kurtulmak istiyor ama bir türlü sabah olmuyordu. Her yer kararmış, her şey duvar olmuş, çaresizliğinde kaybolmuştu. Nerede bir okul, nerede bir öğrenci görse içi burkuluyor. Koşmak ve “Ben de öğrenciyim. Ben de sizdenim.” demek istiyor ama sesi duyulmuyordu. Yanlış bir sokağa girmiş, bulunmaması gereken bir mekândaymış, her an kovulacakmış gibi kaçıyordu. Bir gözyaşı seli içinde akıyor, sonra ırmağa dönüşüyordu. “Allah’ım! Allah’ım! Ne olur dursun zaman, dönsün geriye…” Ne zaman duruyor ne de o günler geri geliyordu. Kâbus sürüyor, çaresizlik içinde bir şeyler yapmak istiyor, çabaları umutsuzluk duvarında eriyip gidiyordu.
              Ne ailesinin yanında durmak ne arkadaşlarını görmek istemiş, bu fabrikayı kendine bir sığınak gibi görmüştü. Her sabah erkenden kalkıyor, yaz sıcağının altında kan ter içinde tuğlaları bu ateşten fırınlara dolduruyordu. Her gün binlerce tuğla ellerinin arasından geçiyor, fırınlarda pişerek mutlu bir ailenin evi oluyordu. Bu yuva ve aile duyguları ağır, yorucu, tozlu topraklı iş içinde onu mutlu ediyor, yorgunluk bütün dertlerini unutturuyor, okul aklına bile gelmiyordu. Bütün gün terden sırılsıklam oluyor, ateşin içinde yanarak çalışıyordu. Diğer işçilerle yardımlaşıyor, şakalaşıyor, onlardan biri oluyordu.. Ne var ki kendini daha farklı yerlerde hissediyor ama bu dünyanın dışına çıkamıyordu. Okuldan, okumaktan bahsettiği zaman, alayla karışık bir istihza ile bakıyorlar, deli olduğuna hükmetseler dahi hafifinden alaycı, romantik tavırları belli oluyordu. Olsun diyor, aldırmıyordu. Bu tuğla fabrikasının sınava hazırlanmak için iyi bir yer olduğuna kendisini inandırmıştı.
             Akşam olup iş bittikten sonra, ortalık sessizleşiyor, o çalışma masasının başına oturuyordu. Çayı demliyor, müziği açıyor, üniversite sınavına hazırlanıyordu. Bu sınavı kazanmak, yeniden okula gitmek, ait olduğu dünyaya dönmek istiyordu. Başarmak kolay değildi. Bir yılgınlık, bir umutsuzluk, hastalıklı bünyeyi saran virüs gibi her yanını kaplamıştı. Kimsesiz, umutsuz, tutunacak bir dal arıyor ama bulamıyordu. O zaman aklına köyü, çocukluk yılları ve öğretmeni Ali Küçük geliyordu. Bilgisizliğin umursanmadığı, itaat, susma ve korku kültürünün içinden çıkan yoksul bir köy çocuğu olarak büyüdüğünü, köy çocuklarını yine köy çocuklarının kurtaracağını, farklılığımızı zekamız ve yaptığımız işin göstereceğini, kendisinin köyünde yatılı sınavı kazanarak ilk öğretmen olan kişi olduğunu anlatmıştı. Köyümde ben de bir ilk neden olmayayım umudu doğmuştu bile… İşte bir öğretmen, umutsuz düşlerine güneş gibi doğmuştu. Birçok öğretmen gelmiş, birçok şeyler öğretmişti ama bu öğretmen herkesten farklı ve değişikti. Ali Öğretmenin bir ülküsü vardı. Köylere gitmek, her köyden taze fidanları bulmak, genç dimağları bilgiyle sulamak, köy çocuklarını başarının özgüveniyle donatmak ve Türkiye ve dünyaya sunmak istiyordu. Kısa sürede güneşle başak gibi, toprakla su gibi birbirlerini buldular. Köy, Kocakaşın eteğine yaslanmış, anayollardan uzak, öndere, bilgiye aç bir yerdi. Ali Öğretmen önce köyü ağaçlandırdı, kısa zamanda okul ve mezarlık ağaçlarla doldu. Sonra öğrencileri yetiştirmeye başladı. İlkokul 4. ve 5. sınıflara 82 kişi olarak aynı sınıfta ders veriyordu. İki sınıfa sırayla ders anlatıyor, sınıflar diğer sınıfın derslerini de öğreniyordu. Sınıfların en başarılı öğrencilerini belirleyerek özel olarak ilgilenmeye başladı. Hafta sonu, yaz tatili yoktu, köyden ayrılmıyor, fidanlarının yetişmesini sağlamak için çalışıyordu. Yaz tatilinde üst okullarda okuya iki oğlu da köyde duruyor evin avlusunda bizlere ders veriyorlardı. Ebe hemşire olan eşi annemiz giydi. Abileri model, aile yaşantılarını örnek alıyordu aklı başına olan köylüleri. Öğretmenim diyordu ki, “Sınavları kazanacaksınız! Ben Çavdarlı Köyü’nden 1958 yılında yapılmış sıralarda ders yaparak buralara geldim diyeceksiniz!” Hepimiz için iyi bir motivasyon olmuştu  öğretmenimin bu sözü.
              İlklerin içinde olan bu fabrika işçisi ve birkaç arkadaşı, o yokluk ve yoksunluk içinde, şehirdeki çocukları geride bırakıp, öğretmenini ve ailelerini gururlandırmıştı. Ne güzel, ne mutlu günlerdi o günler. Ah bir dönebilse, yeniden başlayabilseydi her şey ne kadar farklı olurdu. Artık anı olmuştu  çok şey. Koskoca bir altı yıl geçmişti . Ali Öğretmenini görmüyordu. Bu şehirde yaşıyor, çalışıyor belki de bu evlerden birinde oturuyordu. Belki seslense duyacaktı ama öyle bir utanç içindeydi ki; öğretmenini görmek ona dayanılmaz bir azap verirdi. Bu karanlık, ıssız sokaklarda dolaşıyor ve sevgili fabrikasına yalnızlığıyla birlikte dönüyordu.
         Günlerden bir gün şehre gitmesi gerekti. Tam dönerken öğretmenine rastladı. Kaçacak bir yer yoktu, görmek isteyip de göremediği öğretmeni karşısındaydı. Başını utançla yere eğdi, ellerine sarılıp öptü, öpüştüler.
Öğretmeni ;
—Nasılsın Şahin?
—İyiyim öğretmenim. Siz nasılsınız?
—İyiyim. Ne yaptın, Okulunu bitirdin mi, üniversite de olman gerekirdi?
Yüzü kıpkırmızı oldu, içinde bir şeyler düğümlendi.
—Ben üniversiteye hazırlanıyorum öğretmenim. Hatalar yaptım, başaramadım. Ama şimdi kazanmak istiyorum öğretmenim.
Ali Öğretmeni sanki Şahin’in tüm hüzün ve kaygılarını anlamış gibi güven verici yumuşak ses tonuyla;
—Üzülme! Ben senin başaracağına inanıyorum. Biz beraber ne zorlukları aşıp başarmadık ki. Unutma! Hayat, düştükçe kalkanların, yanlışını öğrenmek olarak algılayanların ve yeniden başlayabilenlerin başarısıdır. Sen yeniden başlayacak ve başaracak güçtesin!
—Elbette başaracağım öğretmenim.
Öğretmeni ona kendisi için özel olarak hazırlanmış ajandayı verdi ve dedi ki:
—Buna hep güzel şeyler yaz. Diyerek ayrıldılar
         Elindeki 2008 yılına ait kırmızı kaplı CUMHURİYET  ajandasıyla yenilenmiş farklı bir Şahin olarak döndü tuğla fabrikasına… Gündüz işine devam etti, gece sınava çalıştı. Kazanmak istiyordu, kazanmalıydı; böyle bir utancı bir daha yaşayamazdı. Aylar sonra iş arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında fabrikadan ayrılarak üniversiteye gitti. İşletme Fakültesini bitirip, ilk işe başladığı günlerde öğretmenine gitti. Öğretmeni çok mutlu oldu. Bir öğrencini daha hayata hazırlaması ülkesi ve insanlığın hizmetine sunmasının onurun, gözleri dolu ve sessiz duruşuyla anlamlandırmıştı.
          Ali Öğretmen’im, ananın yüreği çocuklarının acısıyla, kederleriyle hüzünlenir, mutluluğuyla nasıl çarparsa, siz öğretmenlerin yüreğinin de öğrencileri için aynı duyguları taşıdığına inanıyorum. İyi ki öğretmenim oldunuz! Ailem, ülkem ve insanlığa yaralı olmam için el verdiniz. Ellerinizden öperim…
            2008 yılına ait kırmızı kaplı CUMHURİYET  ajandasına bu öykümü yazarak,  öğretmenime  saygılarımla sundum.


        ÜZGÜNÜM ÇOCUKLAR ÖĞRETMEN OLAMADIM
Bir zamandı
Dün gibi inanın
Bin dokuz yüz altmışlar işte.
Tek öğretmen, yüzün üstünde öğrenci
Bezden dikili çanta elimde, koltuğumda odun...
Babamın, sözü varmış babasına
Öğretmen yapacakmış beni.
Sözü, sözümdür dedim babamın
Öğretmen olacağım!
Yüklendim yarınları, çıktım yola
Dokunmadan radyoya,
Üflemeden mikrofona,
Hiç binmeden bisiklete,
Topa vurmadan ayağımı,
Üç kap yemek görmeden sofrada,
Ağzıma sürmeden baklavayı,
Soğan, ekmekle
Sevdalandım Türkiye’me 
İnsanıma, Atatürk’e!
 Adımlar yetmiyordu çocuklar
Maratonları kazanmalıydık!
Bizimle koşacaktı ülke,
Ve koşuyorduk çocuklar...
Kurtuluş savaşının bağımsızlık ateşi
Daha iyiye, daha iyiye diyordu.
Yetmiş-seksen-doksan
Yeni çağlar aşıyorduk art arda.
Çanakkale Türküsü’nün oturmuşluğu  yüreğimizde,
Onuncu Yıl Marşı’nın kanatlarıyla dilimizde!
Mum ışığından, galaksilere...
Babama verdiğim söz
Zonkluyor şakaklarımda,
Öğretmen olacağım!
Öğretmenlerim var, Mühendislerim, boşta gezenim
İşte  meydanda ürünlerim...
Anamı, hala alamadım omuzlarıma,
Kızlarımız, kamyon kamyon ırgat yollarında.
Güneşin altında bile eşiyle yan yana olamıyor kadınlarımız!
Yine öküze destek, yine eksik etek...
Bilgi, üretim çağındayken ikibinlerde!
 Umutlarım kırık, korkularım uyanıyor...
Hani yoktu çalmak, hak etmediğin lokmayı yutmak,
Kırmıştık silahları,
 Ölümü  öldürmüş  yaşamı seçmiştik,
Ölü beyinlerden bile atmıştık cehaleti!
Tam sevgilerimizle büyütürken sizleri!
Tutacakken gün ışığında yıldızları...
İnanın, Kocatepe’ye bakamıyorum!
Dağ başını duman alır mı bilmem?
Yemen Türküsü’nden
İzmir Marşı’na karışıyorum...
Ancak,  Babam  çok mutlu inanın
 „Oğlum, öğretmen! „ Diyor...
Oysa; ben sözümü tutamadım
Üzgünüm üzgünüm çocuklar!
Öğretmen  OLAMADIM!.