Resmi adı '’Hiláfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memáliki Haricine Çıkartılmasına Dair Kanun'’ olan 431 sayılı yasanın ilk maddesinde '’Halife hal'edilmiştir.

Hiláfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır'’ yazıyor. 

“Halife hal edilmiştir”in karşılığı günümüz Türkçe'sinde “tahttan indirilmiştir” anlamına geliyor.

“Hilafet makamı mülgadır“ ise yine günümüz Türkçe’sinde “Hilafet makamının varlığı kaldırılmıştır” demektir.

“Hiláfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan...”

Bakın işte tam burası çok önemli...

Burası da diyor ki: "Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet anlam ve kavramında aslında gömülü ve var olduğundan”...

Nasıl ki Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma yıkıldı demek yerine, Devlet-i Ali artık aynı zamanda Doğu Roma İmparatorluğunu da içine aldı ve ben aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru’yum, demişse...
Devleti Ali de rejim değişikliğini yaşarken Hilafeti değil, Halife ünvanlı hanedanı hal etmiş ve Hilafeti hükümetin temsiline bırakmıştır...

Aslında Hilafet bir dini makam değildir...

Peygamberimiz (SAV) aynı zamanda devletin başı idi...

Halife kavramı kendisinden sonra gelenler için  Peygamberliğinin devamının temsili değil devletin başı olarak devamın temsilleri anlamında vücut bulmuştur.

Bütün anlatılarda ve metinlerde zaten bu makamın sahiplerinden ve özellikle Dört Halife diye tanımlananlardan “Halife” diye değil, “Emir-ül Mü’minin” olarak söz edilmektedir.

Daha sonrasında devlet şekil ve rejim değiştirmiş, iki ayrı dönemden sonra (Emevi ve Abbasi) gücünü yitirmiş ve dağılmıştır.

Gazneli, Harzemşah, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu , Eyyubi, Memluk ve Osmanlı Devletleri bölgede güçlü Müslüman Devletler olmuşlardır.

Bu zamanlarda halifelik çoğu zaman sembolik bir siyasi makam olarak kalmıştır.

1516’da Yavuz Selim Han, Kutsal Emanet’leri ve sembolik makamı İstanbul’a getirmiş kendisini de öncekiler gibi “Hakim-ül Haremeyn” değil “ Hadim-ül Haremeyn” olarak tanımlamıştır. 

Yani Mekke ve Medine’nin hakimi değil hizmetkârıyız, demiştir.

Kutsal emanetlerin ve sembolik makamın İstanbul’a ve Devleti Ali’ye geçişi aslında dünya İslam toplumlarında çıkabilecek birçok fitnenin önünü almış ve tartışmalara son vermiştir...

Yavuz Selim Han’dan sonraki hükümdarlar da “Hadim-ül Haremeyn“ zerafetinin dışına çıkmamışlardır.

Bu makamın sembolik anlamından ziyade, Cihanşümul bir devlet, güçlü bir ordu ve ekonomi ve adaleti ile hüküm sürüp, gücünü bunlardan almıştır.

Makamı da itina ile saygın ve sembol bir değer olarak muhafaza etmişlerdir.

Hırslarına alet etmemişlerdir.

Yeni rejimin sürgün ettiği Hanedan-ı Ali Osmani’nin hiçbir ferdi de, özellikle İngilizlerin bu konudaki hiçbir planına alet olmamışlardır.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında müslüman coğrafyada mutlak bir hakimiyet kuran İngiltere bu konuda çok çabalamasına rağmen sonuç alamamıştır.

Bu yüzyılda ise ABD, İngiltere, İsrail ve türevleri daeş gibi suni devlet görünümlü  terör örgütleri üzerinden bu kavramı hem kullanmaya hem de itibarsızlaştırmaya çalışsalar da başarılı olamadılar...

Bu makam, müslümanlar nezrinde hak edilen temsile döndüğünde o sembolik değerini tekrar kazanacaktır.

Yirmibirinci yüzyılın yükselen adil ve zulmün karşısındaki gücü Türkiye bu yürüyüşüne devam ettiği müddetçe zaten müslüman aleminin gönlündeki yeri ve saygınlığı artarak devam edecektir.

Bu temsilin başı da elbetteki Cumhurun ve Hükümetin başı olacaktır.

Zaten 431 sayılı kanun da aslında bize aynen bunları söylemektedir...