Türkçe konusunda büyük hayâllerimden birisi, cadde ve sokaklardaki tanıtım levhalarının ana dilimize uygun adlarla konulmasıdır. Geçen yıllarda rahmetli Oktay Sinanoğlu, Türkçe konusunda bir konferans vermek üzere Eskişehir’e gelmiş, ancak yabancı kelime ve tamlamalarla donatılmış işyeri isimlerini görünce, gerisin geriye dönerek Eskişehir’i terk etmişti. Konferans salonunu dolduranlar, İstasyon’a koşmuşlar, fakat hocayı bir türlü dönmeye ikna edememişlerdi.

Maalesef, Eskişehir caddeleri İngilizce’nin işgali altındadır. Hele Sinanoğlu, bir de günümüzdeki Arapça ve Farsça kurallara göre konulan işyeri adlarını görseydi ne derdi acaba? Son zamanlarda Eskişehir’de oluşan bu dil hastalığı, pek çok yanlışı da beraberinde getirmektedir. "Şehr’i" diye başlayan tabelalar, gülünç anlamları çağrıştırmaktadır. Hiç olmazsa bilen birine sorulması uygun olmaz mı? Veya zahmet edip yazım kılavuzuna bakılıp doğrusu yazılsa…

Anadolu’da Türkçe’nin edebi dil olması için uğraşan Yunus Emre’nin yaşadığı bu şehirde, ana dilimize karşı daha duyarlı davranmak gerekirdi. Bu duyarlılığı, en başta belediyelerin göstermesi icap etmektedir. İşyeri açılış belgesi verilirken Türkçe adlar konulması şartı pekâlâ aranabilir. Alınacak bir meclis kararıyla konunun yasal dayanağını da sağlanmış olur.

13. yüzyılda Anadolu bu mücadele verilmiş ve başarı da elde edilmiştir.

Âşık Paşa’nın uyarısıyla, Türkçe’yi  bırakıp yabancı dille konuşup yazanlar eleştirilerek dilde öze dönüş hareketi başlatılmıştır:

“Türk Diline kimse bakmaz idi

Türklere her giz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi bu dilleri

İnce yolu ol ulu menzilleri.

               

Yol içinde birbirini yermeye,

Dile bakıp manayı hor görmeye,

Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahi

Türk dilinden anlayalar ol haki.”

Orhun Yazıtları’nda Bilge Kağan, önceki devletlerin yıkılmasının nedenlerinden birisinin, ‘’Türk beylerinin, Türk adını, sanını bırakmış’’ olmalarına bağlar. Çünkü milli kimlik, milli benlik ancak ana dili ile korunur, geliştirilir, sürdürülür. Atatürk, “Türkçe, Türk Milletinin kalbidir, beynidir.” derken bu konuya dikkat çeker.

15.yüzyılda yaşamış büyük şairimiz Ali Şir Nevai, bahar gülü olduğunu söylediği Türkçe hakkında, günümüzde de ihtiyaç duyduğumuz şu sözleri dile getirir: ’

“Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı. Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve bu güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe’yi bırakıp gitmişler. Ben Türkçe’nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayâlimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar lâller, inciler aldı; gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı”

Söz sırası gelince, Yunus Emre’nin mirasını sahip çıkıldığı söylenir. Onun dili, ülküsü hep göz ardı edilir. Zamanı geçse de zarardan dönülmesi kâr sayılmalıdır. Eskişehir’in gerçek anlamda kültür kenti olması Türkçe’den geçer.

Her Türk’ün görevi bu kutsal dille konuşup yazmak, onu öğrenmek ve öğretmektir.