Ne zaman sonbahar yapraklarının solgun ve yorgun renklerine takılsa gözleri, hurdacılar sokağının yağmurla ıslanmayan tek göz odalı evinde yaptığı geçmişle hesaplaşma yolculuklarını hatırlardı. Ateş çemberlerinden geçerken yaşadığı yalnızlığın yaşattığı elem, düzlüklerde bile arkasını kollayarak yol almaya başlamasına sebep olmuştu. Bu durum belki de Anılar Koyu’nu, sığınma limanı yapmasının en önemli sebebiydi.

Hayatın dik yamaçlarına aldırmadan, zorlu patika yollarda gösterdiği direnç ve mücadele azmi, tozlu raflardaydı artık. Çünkü güzel olan, içtenlikle paylaşılan her şey –bir ekmek kırıntısı bile- geçmişte, mazinin içinde saklı kalmıştı. Biriktirdiklerinden geriye bıraktığı tek şey bulanıklaşmış puslu hatıralardı.

Ne kadar da doğru söylemişti Nurettin Topçu, İradenin Davası’nda. “Hayatta terk edemediğimiz, kendinden geçilmez olan şey yalnız ızdıraptır”. Heceleri bile hüzün motifli olan hayatından geriye, bir idealden yaşayamadıklarının ıztırabı kalmıştı.

Ne zaman yaşayamadığı yılların dert yükünü sırtlanıp bir alacakaranlık kuşağında yollara serilse, sanki Atsız, “Tuna boyunda orduların mı bozuldu be Deli Kurt?” diye karşısına dikiliverirdi.

İçyüzü karanlık olan şeylerin üzerine yürüme azmi bulamasa, Kocagöz’ün Kalpaklılar’ındaki gibi, “Yüreğimiz gerçekten varsa, üstümüze yürüyen haydutun biz de üstüne yürürüz” diyerek korkusuzca dimdik yürüyen kahramanların kararlılığı gözlerinin önünde canlanırdı.

O, Topçu'nun "Cehennem içlerimizdedir" düşüncesine katılıyordu; ancak hayatı cehenneme çevirenlerin dışlarına taşırdıkları ateşten, hem kendilerini ve hem de etkiledikleri herkesi yakarak "aynı zamanda dışımızdadır" gerçeğini en son “cehennem olarak” göstereceklerini de biliyordu.

Ne zaman bir üvey evlat gibi dışlanmış, umutları tükenmiş, ruhu yorgun, önüne çıkan tüm yollar engelli ve engebeli olsa, eski azmini gösteremeyeceği korkusuyla yürüyüşünü sonlandırırdı. Halbuki N. Topçu; durmak, hareketin ölümüdür demiyor muydu?

Durmayı, hareketsiz kalmayı hayatının tüm çizgilerine yansıtmayı çok düşünmüştü. Fakat hiç durmadan yürüyeceğine yönelik ettiği yemini ihlal etmek istemiyordu. Ağır aksak da olsa yürüyüşünü sessizce sürdürüyordu. 

Bir gün uçurumun kıyısına gelerek görünen ve görünmeyen arasındaki derin uçurumu yüksek sesle yardan aşağı haykırmaya başladı. İçindeki her şey dökülüyordu, uçurumdan aşağıya. Cümleleride uçuruma yuvarlanıyordu sanki:

Hayat öyle vefasız ki, değişmeden yerinde duran bir şey yok. Sevgiler, hayaller, ideolojiler hepsi değişim içinde. Haliyle insan da değişiyor.

Bir gün rüyalar ve beklentiler son bulacak, şu idealler bu kişiler tarafından savunulmuştu diyeceğiz. Dostluklar bitecek, eskiden başımız sıkıştığında şu arkadaşlarımız hemen yanımızda bitiverirdi diye söyleneceğiz. Sevgiler anlamsızlaşacak, insanların birbirleri için şahsi menfaatlerinden nasıl fedakârlık ettiklerini anlatmakta zorlanarak çevremize inandırmaya çalışacağız.

Siyasi ideolojiler, dava birliktelikleri rafa kalkacak, şu kişiler şu davaların yaşaması ve selameti için canlarını hiçe sayan ulvi kişilerdi, kahramanlardı diyeceğiz, herkes şaşkınca bakacak yüzümüze.

Bir gün Fuzuli, verdiği selamın alınmamasını bir sebebe bağlamayacak. Baki, insanların yok olmuş mutluluğuna mersiye yazmayacak. Farabi, erdemli bir kentin asla olamayacağını; Dede Korkut, ad verme geleneğinin bittiğini; Necip Fazıl, Kaldırımlar’da yağız atlı süvariye atını koşturmasının nafile olduğunu söyleyecek.

Toplumunun geleceğini dert edinen, hedefi olan, sevmeyi bilen insanlar yalnız kalacak.

O, ne zaman kendi içinde gezintiye çıksa, hep böyle trajik tartışmaların içinde kendini bulmaya alışmıştı. İçinin yanıp sönen ışıklarının bir gün tümden söneceği endişesine kapılarak sadece kendisinin değil tüm insanlığın yalnızlık sarkacına takılacağını düşünüyordu.

Çünkü ona göre herkes gizli bir yalnızlık içindeydi. Satır aralarına gizlenmiş bir yalnızlık bu. Acıtan ve kanatan yönünü, etrafa baktıkça hissediyordu. Anı defterinde kurutulmuş bir yaprak gibi yalnızdı aslında herkes. Kalabalık şehirlerin tenha caddeleri gibi bir yalnızlıktı bu. Korunaksız kalan, her an müdahaleye açık bir iç kalenin yalnızlığıydı. Çünkü biliyor ve tecrübe ediyordu ki; artık yürekler yaban, hayaller kırık ve insanlık mevsimi güzü gösteriyordu…

Elveda

Deyirem sefası bitdi ömrümün,

İndi dağ çıhıram, düze elveda.

Göze duman çökür, başa gar yağır,

Bahara elveda, yaza elveda.

Aşgına her zaman mügaddes dedin.

Günler elden gedir, sen teles dedin.

Çohu istemedin, aza bes dedin,

Dedim, çoh yoh ise, aza elveda.

İndi öz kökünden üzülen menem.

Özge budaglara düzülen menem.

İndi ne sen, sensen, ne de men, menem.

Biz ki, biz değildik, bize elveda.

Bahtiyar, derinde sızlayıp yaran.

Seni keçmişine bağlar her zaman.

Zulmet üreğini işıglandıran,

Yoluna şam tutan göze elveda.

(Bahtiyar Vahapzade)