“İnsan, çocukluğunda aldığı gıdalar kadar ürün verir.”

            (Gıda; ahlaklı, adaletli, bilgili, görev ve sorumluluklarını bilen, üretken, yaşatmaya odaklı, din, dil, ırk ayrımı yapmayan, paylaşımcı ve merhametli)

            Başının üstüdür, elleriyle tutar gökyüzünü. Dünya, şu tepenin arkası, biraz da dağların ötesi, duruşuyla anlatır hayatı. Mutsuzluğu ağlamak, özgürce kahkaha atmaktır varlığı, bilmeden çirkinlikleri, savaşı, zulmü, sefaleti! Unutup dünkü kavgaları, yarına taşımaktır hayatı.

Çocuk olmak; çok büyük olmaktır! Yenebilmek, masallardaki devi, koşabilmektir kelebeğin peşinden, Yaşamaktır yaşanmamışlıkları. Bir çöp için ağlamaktır en n büyük silahları…

“Ben de çocuk olmak istiyorum! Ne zaman çocuklaşsam, İNSAN OLUYORUM!

             Düşün ki; yasakların örüldüğü, büyükler ne derse doğru kabul edilen, kadınların ve hele de kız çocuklarının hiç konuşamadığı, ahırında, atı, katırı, davarının çokluğu kadar söz sahibi olduğun bir köyde çocuksun. Tek odalı, yarım salonlu ev. Ahırda bir inek, iki öküz, bir eşek, köpek, tavuk. Ayağa kalktıysan her işe koşacaksın. Söyleneni anlayacak, cevap vereceksin, büyüklerin sözünü kesmeyeceksin, sofrada iki dizinin üstünde oturacak, yemek bitinceye kadar konuşmayacaksın. Kazalardan korunacaksın, kavga etmeyeceksin, dayak yemeyeceksin, namaz kılanın önünden geçmeyeceksin, sesli kuran okunuyorsa durup dinleyeceksin. Namaz kılacak kadar sure bileceksin. Cinlerin yaşadığı kül dökülen yerlere uğramayacaksın, mezarlık, camii, türbelerin yanından geçerken Ayet-el Kürsi, İhlas, Felak, Nas ve Fatiha surelerini mutlaka okuyacaksın. Erken yatıp erken kalkacaksın. Üzerine güneş doğmayacak, yalan konuşmayacaksın.

           Benim köyümde, erkek çocuklara mutlaka güreş öğretilirdi. Köyün başpehlivanı ve diğer güreşenler saygınlık görürlerdi. Pehlivan er kişi güvenilir insan demektir. Yaptıkları güreşleri kendilerinden çok izleyenler yıllarca anlatır ve onlara da bu anlatılar, saygınlık kazandırırdı. Dört beş yaşlarında dinlediğim güreşleri, başkalarına anlatacak kadar öğrenmiştim.

            Güreş dışında çelik çomak, seksek, saklambaç, köşe kapmaca, kışın buzda ve karda kızak binme, körebe, mendil kapmaca, , gıncırcak binme, ağaçlara tırmanma oyunları oynardık. Mahalledeki oyunlardan başlayarak, büyüklerimizden dinlediklerimizin tamamı günah, sevap, korku, cennet, cehennem, cin, peri, ejderha, uymaca, türbe, mezarlık, mevlitler, yağmur duaları Ilgazlı Hoca Efendinin vaazları… Düğünlerde keşkek yemek için yanımızda taşıdığımız boyalı tahta kaşıklar, yeniliklere kapalı, her şeyin gavur icadı olarak düşünüldüğü… Bin nüfuslu  tarla, bahçe ve bağlarında kar suları gibi terlerin aktığı, yine de açlığın, sefaletin ve kıt kanat geçinen insanların yaşadığı, Ilgaz’ın ayazını iliklerime kadar  hissettiğim dağların ötesini bilmediğim, Devrez vadisinin, kuzey yamaçlarındaki bir dağ köyünde geçti çocukluğum.      

           Kendimi, ülkemi, dünyayı ve yönetim sistemlerini tanıdıkça, çocukluğumda doğal olarak verilen gıdalar sayesinde adaletin, emeğin, hukukun üstünlüğünün yanında yer aldım. “Cehalet ve yoksulluk kaderimiz değildir” diyen şiirlerim, türkülerim, kavgalarım, sürgünlerim onlar içindi.

            Konuşmaları anlamaya çalıştığım çocukluğumun ilk günlerinden beri babamın söylediği, “Benim kuzum öğretmen olacak, Öğretmen Ali. Ali Öğretmen!” diye sürekli tekrarladığı sözler belleğime kazınmıştı. Okula giden çocukları görüyor zaman zaman öğretmenlere olan saygısından veya korkusundan kaçtıklarını görüyordum. Babam öğretmen olacakmış. Ancak babası, amcam kendisine bakmaz İsmail'im yanında kalsın diye ilkokulun üçüncü sınıfından ayırmış.

             Babam, dedemin söylediklerini bana sık sık anlatır, “sen mutlaka öğretmen olacaksın kuzum” derdi. Eylül ayının son günleriydi. Köyde tanıdığım arkadaşlar arasında tatlı bir telaş vardı. “Babam bana önlük yakalık, çanta, şapka aldı” gibi konuşmaları duyuyordum. Babam anneme, “önümüzdeki hafta şehre gideyim de Ali'nin önlüğünü gömleğini alayım.” dedi. Okula karşı içimde olan sıcaklık daha da arttı. Tek başıma okula hiç gitmemiştim. Okul evimize yakındı. Birkaç defa okula doğru gitmek istedim, annem engelledi. “Aman kuzum öteki mahallenin çocukları çok feşel, gidince orada güreş yaparsınız, kavga edersiniz, üstün başın yırtılır, sakın gitme!” diyerek engelledi.

             Annem kızar korkusuyla okul tarafına gitmiyordum. Birkaç arkadaş bir araya geldiğimizde mutlaka güreş tutuyorduk. Yine bir gün annemi dinlemedim, güreş tuttum. Gömleğimin üst kısmını yırtılmıştı. Annemin canı yanmış olacak ki bana çok kızdı. Evimizin sergilik dediğimiz bölümünden ayaklarımdan tutarak başımı aşağı sarkıttı. “Aşağıya atayım da kurtulayım senden. Bıktım artık, elde yok avuçta yok, bir daha elbisenle güreş tutarsan seni buradan aşağı atarım!”               Diye öfkeyle bağırdı. Atacağını sanmış çok korkmuştum. O günden sonra elbisemin üst tarafını çıkartarak güreştim ama annemin duymasından korkardım. Uzun yıllar sonra, anneme saklı güreştiğimi söylediğimde, başını sallayarak tatlı tatlı gülümsemişti.

             Babam önlük ve gömleği alıp geldiği günün akşamı, tüm yorgunluklarına rağmen beni giydirip dakikalarca evde yürüterek izlediler. Annem nazar değmesin diye kurşun döktü, tuz çevirdi ocağa atarak tuz çıtırtılarından sonra yatağa yatırdı. Kız kardeşim daha iki yaşlarındaydı. Olanlardan habersiz beşiğinde mışıl mışıl uyuyordu. Sabah erken uyandığımda annem beni özenle hazırladı. Aynı binanın birleşik iki odasında oturduğumuz Amca oğlu Ömer ile koltuğumuza birer odun alarak okula gittik. Okul, taştan yapılı, iki sınıflı. Bir müdür odası, sınıfların altında odun ve eşyaların depolandığı bir metre yüksekliğinde bodrumlar vardı. Okul ile birleşik iki odalı bir de öğretmen lojmanı vardı.

               İsmail Eğitmen 1. 2. sınıfları, Nihat Öğretmen (Başöğretmen ve Müdür) 3. 4. 5. sınıfları okutuyordu. Okulun bahçesi ve sınıflarda koşturmaca ve oyunlar devam ediyordu. Herkes yakın tanıdığı ile beraberdi. Amcaoğlum Ömer ikinci sınıfa geçmişti ama okuma bilmiyordu. “Ali ikimiz oturalım, bizi kimse dövemez o zaman” diye ilk dayanışma örgütünü oluşturuyordu. Sınıftan sınıfa koşuşturma, gürültü devam ediyordu. Haydi bahçeye çıkalım derken, Nihat öğretmen iki sınıf kapısını ortasında durarak yüksek sesle “Utanmıyor musunuz? Burası Köy kahvesi değil, okul! Atatürk sizi izliyor Atatürk'e de mi saygınız yok! Biraz sessiz, biraz düzenli olun!” dedi, öbür sınıfa doğru geçti. Sanki sadece bana söylüyor gibi geldi, korkmuştum. “Atatürk’e baktım, bana bakıyordu. Bana kızdı sandım ama yüzünde tatlı tebessüm vardı. Yine de duvarın dibine doğru saklanır gibi yaslanarak başımı kaldırmadan yürüdüm. Tam kapıdan çıkarken kaldırdım başımı, yine bana bakıyordu. O sırada eğitmenimiz olan İsmail Öğretmen sınıfa girdi. “Geçin bakalım yerlerinize. Başöğretmeni dinlediniz, niye yaramazlık yapıyorsunuz, sınıfa girdiğiniz zaman sessiz olacaksınız, gürültü yapmayacaksınız, bakın toz toprak kalkıyor çocuklar!” Herkes bir yerlere oturdu. Ben de amcaoğlum Ömer'le birlikte bir sıraya oturdum. Üçer kişilikti sıralar. Yanımıza Deli Memed’in Nazmi  oturdu. Mahallemizden birisiyle oturmak iyi dedim. Gözüm hala Atatürk'ün resmine kayıyordu. Atatürk yine bana bakıyordu. Ömer'e “Atatürk sana da bakıyor mu dedim. Yoo niye baksın ki? Dedi. Şaşırdım. İsmail Öğretmen biraz daha nasihatte bulunduktan sonra, “çıkın dışarı, biraz sonra İstiklal Marşı ve Andımızı söylemek için provalar yapacağız!” dedi. Okulun bahçesine çıkarken sırtımı duvara dayadım, Atatürk hala bana bakıyordu. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan kapıdan çıktım.

             Anayol dışından tarlalardan geçildiğinde evimiz daha yakındı. “Ben suç işledim, Atatürk bana kızdı!” suçluluğu içinde eve doğru koşmaya başladım. Eve geldiğimde babam, bahçeye gitmek için çuvala koyduğu gübreyi eşeğe yüklüyordu. Beni soluk soluğa görünce, “Ne oldu kuzum, daha okula yeni gittiniz, niye geldin?” diye sordu. Biraz korku biraz heyecanlı şekilde,

“Baba ben okula gitmeyeceğim.”

“Hayrola ne oldu, Birisinden mi korktun, dövdüler bir şey mi söylediler, öğretmenler mi bir şey dedi?”

“Yok baba, öğretmen kızdı, ‘Utanmıyor musunuz? Burası Köy kahvesi değil, okul! Atatürk sizi izliyor, Atatürk'e de mi saygınız yok!’ dedi. Atatürk’e baktım hep bana doğru bakıyordu. Her tarafta yine bana bakıyor. Ömer'e sordum, ‘Atatürk bana niye baksın ki’ dedi. Ben baktıkça Atatürk bana bakıyordu, korktum ondan kaçtım.” dedim. Babam eşeğin yularını bıraktı, yanıma geldi, başımı iki eliyle tutarak, gözlerini gözlerime dikti. “Bak kuzum, Atatürk kendisi gibi olanlara bakar, öğretmen olacaklara bakar. Atatürk tabi sana bakacak. Sen öğretmen olacaksın demedim mi sana? Atatürk'ten kaçılır mı kuzum, git sen de Atatürk’e bak” deyince, içime bir ferahlık, biraz heyecan biraz umut geldi.

“Haydi eve çık ondan sonra okula git.” dedi.

Yukarı çıktım. Annem bir anda telaşlandı.

“Ne oldu kuzum Niye geldin?” dedi.

“Anne su içip gideceğim.”

“Kuzum, Aslanlı’dan niye içmedin eve kadar geldin?”

Anneme anlatamadım. Babamın anlatısı beni gerçekten motive etmişti.

            Koşarak geldiğim yoldan, okula döndüm. Tam bu sırada düdük sesi ile birlikte tüm okul sıra oluyordu. Ben de sıraya geçtim. Ufak tefek olduğum için 1. sınıfın en ön sırasındaydım. Nihat Öğretmen bir konuşma yaptı. İstiklal Marşı'nı anlattı ve istiklal Marşı'nı 3.4.5. sınıfların hepsi söylesin, bilmeyenler ilk hafta dinlesin dedi ve kendisi söyletti. 5.sınıflardan bir abi “Türk’üm, doğruyum” diye başlayan Andımızı söyletti.

         Sırayla sınıflara girdik. Sıralarımıza oturduk. Atatürk karşımdaydı. Babam demişti ya “Atatürk kendisi gibi olanlara bakar, öğretmen alacaklara bakar.” Okula ilk girdiğim gün Atatürk'ü ilk gördüğümde suç işledim de, “bana bakıyor” korkusunu yenmemi sağlayan, öğretmen sözcüğünün belleğime yerleştiren en büyük psikologun babam olduğunu, öğretmen olduktan sonra anladım. Öğretmenlik ve müfettiş olarak görev yaptığın tüm zamanlarda, önceleri siyah beyaz olan sonradan renklendirilen resminin sınıflara asılmasını sağladım. Meslek hayatımda her sınıfa girdiğimde, Atatürk ile göz göze gelir korkarak kaçtığım ilk günü ve “Kuzum, Atatürk kendisine benzeyenlere, akıllı ve öğretmen olacaklara bakar.” diyen, babamın sözlerini anımsarım.

Atatürk, her Türk çocuğunun kendisi, ülkesi ve insanlık için çalıştığı, ürettiği, akıl ve ilmin yolunda yürüdüğü kadar yararlı insan olacağını söyleyen büyük bir liderdir.

            Bizlere verdiği ulus olma bilinci, bağımsızlığın önemi, Cumhuriyet kazanımlarımız, üretmek, ülkemiz ve insanlığa yararlı olma, kalkınmanın, refahın bilim ve aklın ışığında gerçekleşeceğini öğreten öğretmenlerimizi, saygı ve rahmetle anıyorum. Bu şiiri, iyi insan yetiştirdim diyen eli öpülesi onurlu öğretmenlerimize adıyorum. 

             SEN VARSIN ÖĞRETMENİM

             Hamuru alıp şekillendiren,

             Saygıyı, sevgiyi öğreten,

             Kara yazgıyı kökünden söken

             Sen, sen varsın öğretmenim!

       Cami temelinin taşında,

       Gökdelenlerin başında,

       Her kötülüğün yıkılışında

       Sen, sen varsın öğretmenim!

            Hâkimin vicdan yargısında,

            Toplumların saf ahlakında,

            Tüm ulusların varoluşunda

             Sen, sen varsın öğretmenim!

      Toroslar’da, Ilgazlar’da

      Ovaları, bağlarında

      Meriç Nehri, Zap Suyu’nda

      Sen, sen varsın öğretmenim!

            Farklı da olsa düşüncesi,

           Öğretecektir gerçeği.

           İnsanlığa adayan kendini

            Sen, sen varsın öğretmenim!

     Hoşgörünün, bilimin yanında

    Cehaletin ot tıkayan canına,

     Kardeşliği haykıran dünyaya

     Sen, sen varsın öğretmenim!

           Yazan eller, söyleyen dilde

           Emeğe karışan her damla terde,

           Umut çiçeklerinin açtığı yerde

           Sen, sen varsın öğretmenim!

                                                                    Şırnak-29 Ekim 1972

    Ufku aşan ışıklarda,

     Hızın vardır öğretmenim.

     Galaksiler, yıldızlarda…

     Gözün vardır öğretmenim.

          Güven sen de övün, çalış

         Hiç durmasın bu haykırış!

         Geleceğe sonsuz dalış;

         Sözün vardır öğretmenim…

                                                               Uşak 24 Kasım 2015