Son günlerde Yılmaz Özdil ve Fatih Portakal’ın villaları gündeme oturdu…
Bu iki ismin, hiç de küçümsenemeyecek fiyatlarda villa ya da çiftlik evlerine sahip oldukları kamuoyunda bir hayli yer aldı. İnsanlar, Yılmaz Özdil’in, Bodrum’daki 20 milyon liralık villası ile Fatih Portakal’ın 4 milyon lira değerindeki çiftlik evini konuşuyor. Bir de Portakal’ın 2 milyon liralık yatını öğrense demek millet, daha neler neler söyleyecek. 
Ben, öteden beri yazarlar ve şairler gibi, gazetecilerin de hak ettikleri paraları kazanmaları gerektiğini söyler dururum. Fatih Portakal gibi neredeyse maçlardan daha fazla izlenen bir haber bülteni hazırlayan birisinin tabii ki “iyi para” kazanmasından yanayım…
Beri yandan bu konuda konuşulması gereken birkaç mevzu olduğunu da kabul ediyorum…
Birincisi, iki ismin de bu paraları, öyle ahım şahım gazetecilik başarısıyla değil de oluşturdukları algılarla kazandıklarını söyleyenlere hak veriyorum…
İkincisi de bir gazetecinin, kıyasıya eleştirdiği bazı uygulamalardan kendilerinin de faydalanmalarını etik bulmuyorum…
Bu konulara değinelim biraz…

Yılmaz Özdil’in bugüne kadar yazdığı yazıların birçoğunda fikirden çok çarpıtma olduğunu görüyorum. Yazıları, “Akp düşmanlarına” fazlasıyla hoş gelen ve sanki içlerinde büyük büyük fikirler ile bilgiler varmış “gibi” olan yazılar…
Bugün yazılarına yeniden başlayan Yılmaz Özdil, önce kiremitleri yavaş yavaş sökülen, sonra bir mahkeme kararıyla yıkımı durdurulan villası ile ilgili “birkaç gün müsaade” istediği yazısında, bakın neler söylüyor:
“Bodrum'daki alt tarafı iki oda bir salon yazlığımızla alakalı linç kampanyasını biliyorsunuzdur mutlaka…
Manşetlerinden yargısız infazlar yaptılar, ekranlarında mahkemeler kurdular, algı yaratmak için yalanlarla iftiralarla karalamalarla hükümler verdiler, salyalar akıtarak yayınlar yaptılar.
Ama bu ülkede namuslu hâkimler var. Yürütmeyi durdurma kararı verildi. İlla yıkılacaksa yıkılır, hatta biz yıkarız, canımız sağ olsun.
Bizim meselemizle yakından ilgilenen, bizi tanıyan tanımayan, bütün mimarlar, bütün inşaat mühendisleri, bütün avukatlar biliyor. Vicdanı olan herkes biliyor. Müsterihiz.
Seyahat yasağı var. İstanbul’dayım. ‘Valilikten izin alırsan Bodrum’a gidebilirsin’ diyorlar. Bana yönelik hukuksuz uygulamayla mücadele edebilmem için, Akp valisinden hukuki izin istememi bekleyenler, sanırım beni hiç tanımıyor. ‘Gazetecilere seyahat yasağı yok, gazeteci kimliğinle git’ diyenler var. Benim öyle bir kimliğim yok. Sadece nüfus cüzdanım var. Hayatım boyunca basın kartı kullanmadım. Çünkü gazetecilik yapmak için de hükümetten izin almama gerek yok. Dolayısıyla, taa 700 kilometre uzaktan boğuşmaya çalışıyorum.”

Biraz kısalttım doğal olarak…
Ancak sizinle paylaşmak istediğim ve Yılmaz Özdil’in aslında nasıl da ‘algı yaratarak’ iş yapmaya çalıştığına kanıt olarak gösterebileceğim üç madde, bu kısacık yazıda bile mevcut…

Bodrum’daki yazlığının yıkımı için uğraşmak üzere Bodrum’a gidemiyormuş…
Çünkü “Akp’nin valisinden” izin almak istemiyormuş…
Öncelikle şunu söyleyeyim, ‘şehir dışına çıkma’ konusunda şunu çok net biliyorum ki, herhangi bir validen, “Benim villam yıkılıyor, başında durmam lazım” diye izin alamıyorsunuz zaten. Valilerden izin alabileceğimiz durumlar kısıtlı. Birinci derece akrabalarımızın acil sağlık durumları ya da vefatı. Bu kadar…
Yılmaz Özdil de benim gibi gazeteci, o da mutlaka biliyordur bu durumu, ancak bakın konuyu ne kadar egzajere ederek, ‘delikanlılığa’ taşıyor!
İkinci konu, ‘basın kartını kullanarak’ şehir dışına çıkma işi…
Şunu çok iyi biliyorum ki (üç yıldır benim de basın kartım yok), basın kartı almak, gazetecilik yapmak için Hükümet’ten izin almak değildir. Basın kartın olmasa da gazetecisindir, tarihin hiçbir zamanında ‘gazetecilik yapmak için hükümetlerden izin almak’ gerekmemiştir…
Ayrıca…
Biz gazeteciler, şehir dışına da çıkamıyoruz efendim basın kartımız, yani gazeteci kimliğimiz olsa bile, öyle elimizi kolumuzu sallayarak…
“Benim basın kartım var, o yüzden kaçak yaptığım villamın yıkımını durdurmak için Bodrum’a gidiyorum” diyemiyorsunuz, sizi şehir dışına çıkarken durduran polislere…
Ancak, “Basın kartım var ve şu yere haber yapmak için gidiyorum, şu da iznim” diyebilirsiniz…

Şu kısacık yazıda bile, Yılmaz Özdil’in konulara nasıl yaklaştığını, mevzuları nasıl çarpıtarak kendisini ‘başka bir konuma’ oturtmaya çalıştığını görebiliyoruz…
Diyeceğim şu ki…
Keşke Yılmaz Özdil ve Fatih Portakal, sahip oldukları bu servete, gerçekten gazetecilik yaparak ulaşsalardı…
Gerçekten gazetecilik yapsalardı…
“İmar affı” konusunda demediğini bırakmayıp hatta bu yasayı çıkaranları “hırsızlıkla” suçlayıp sonra bu yasadan kendileri faydalanmasalardı…
Çünkü benim bildiğim gerçek gazeteciler, “Yav, sürekli trafik kurallarına uymayanları eleştiriyorum. Şimdi bu kurallara ben uymasam, millet ne der” diye düşünür…
Ya da…
“İmar affı konusunda daha dikkatli konuşmalıyım. Çünkü bu aftan ben de yararlanacağım. Bu yasadan demek ki sadece hırsızlar faydalanmıyor. En iyisi ben bu konuda herhangi bir fikir beyan etmeyeyim” diye düşünür…
Ama bizim ülkemiz biraz garip…
Bizler, hangi işi yaparsak yapalım, hangi siyasi tarafta olursak olalım, kendimize ayrıcalık sağlamak için yapıyoruz bunları…
Bu ülke, başkası ya da karşı taraf yaptığında söylemediği lafı bırakmayıp sonra aynısını kendisi yapan insanlarla dolu… 
Ve aksi gibi, herkes kendisini bildiği için de…
Mevzuyu sadece Yılmaz Özdil ve Fatih Portakal’ın kazandığı para zannediyor, “Bir gazeteci bu kadar kazanamaz kardeşim” deyip konuyu kapatıyor…
Oysa gazeteciler, gerçek gazeteciler Bodrum’da villaya sahip olursa işte o zaman ülkemiz başka bir seviyeye gelmiş olur, bunu kabul etmek istemiyoruz…
Sorun Yılmaz Özdil ve Fatih Portakal’da değil sadece…
Sorun, başkasının kazandığı parayı, o kişinin ilke sahibi olup olmadığından daha fazla önemsiyor oluşumuzda…