( Leyli meccani)

Adımın Ali olduğunu öğrendiğim ilk günden benimle özdeşleşen “Kuzum öğretmen olacak” hayallerini, umuda dönüştürme ve gerçekleştirmenin basamaklarına ilk adımımı atmıştım.
Kastamonu Göl İlk Öğretmen okulundaydım. Daday Çayını can verdiği bu toraklarda bir de ziraat okulu vardı. Bin okuz yüz ellili yıllarda Bulgaristan’dan gelen Gölköy’e yerleştirilen okula çok yakın on beş hane kadar Göçmenler Mahallesi vardı. Köy Enstitüsü olarak kurulduğunda Kastamonu, Çankırı, Zonguldak, İllerinden öğrenci alırken, daha sonra öğretmen okuluna dönüştürülmüştür.


Okulun alt yapısı ve ihtiyaç duyulan tüm binalar öğretmen ve öğrencilerce yapılmıştır. Öğretmen okuluna dönüştükten sonra Kastamonu, Sinop, Zonguldak illerinin köy çocuklarından yüzde yetmiş beş, şehirde okuyan çocuklardan yüzde yirmi beşi sınavla alınıyordu ki, bu günümüzün en iyi fen liselerine giren çocukla sevisindeydiler. Gündüzlü okuyanlarla birlikte okulun öğrenci sayısı yedi yüz ile bin arası oluyordu. 1965-66 yılında birinci sınıflarda yedi şube olmuştu. 


Yeni bir dünyanın içine girdiğimi, aileme, kendime, ülkeme ve insanlığa yararlı olma, yediğimiz ekmeğin hakkını verme sorumluğunu öğretmenlerimiz yüklemeye çalışıyorlardı. Her
alanda” ben” değil “biz” olabilme erdemini vurguluyorlardı. Söz alma, soru sorma, konuşma, dinleme, temizlik, kılık kıyafetin önemi, saygı ve sevgiyi öne çıkaran motivasyon konuşmalarına ağırlık veriyorlardı. Sınıf başkanından okul müdürüne kadara hiyeraşik bir yapılanmayı ve çocukluğumuzda acımasızca yaşadığımız otoritenin sorgulanır ve daha ağır ceza getirisinin olması, değişim ve gelişimi kaba güç ve kavgayla değil, bilgi, edinim, karşılıklı tartışmalarla çözümlenmesi gerektiğini anlamaya başlamıştım.

Yakaladığım bu şansı, sunulan olanakları en iyi değerlendirmem gerekiyordu. Anladım ki, on bir yaşında çocuk değilim, büyümüştüm.
Yatakhaneler koğuş sisteminde, iki sınıfa göre düzenlenmiş altlı üstlü elli atmış seksen öğrencinin yattığı ranzalardan oluşuyordu. Yemekhanemiz sınıflara göre ayarlanmış on altışar kişilik
masa ve karavana usulü sistemliydi. Benzer kültürlerden gelen köy çocuklarını kaynaşması ve anlaşması daha kolay oluyordu.

Zaman zaman hemşericilik öne çıksa da ayrışma ve şovenizme asla müsaade edilmiyordu. Özellikle gurup öğretmenleri bu konularda daha etkindiler. Sınıfla
kaynaşmamda bir yıl önce okula girmiş Tosya’lı Hasan hemşerim ve ikinci sınıfta olan köylüm Yaşar bana koşulsuz destek verdiler. Kendimi yalnız hissetmedim.
Dersler, etütler, sosyal aktivitelerin yanı sıra sanki sabrımızı ve direncimizi sınanırcasına hal ve gidişimiz her noktadan gözetleniyor gibiydi. Köydeki akraba, komşu ve tüm büyüklerimizin oto kontrol, uyarı ve azarlarına alışkın olduğumdan olsa gerek, sıkıntı çekmiyordum. Her ikazın bir yanlışım düzelttiği inancındaydım. Tüm davranışlarımızın kaydedildiğini biliyor, zaman zaman daha iyisin yapmak için gülünç durumlara da düştüğümüz oluyordu. Üst sınıflara hemşeri ya da bir abi olmadan giremezdik. Hiyeraşi doğal olarak oluşuyordu. Harçlıklarımızı grup öğretmenlerimiz Cuma akşamları son etütlerde dağıtır, beş liranın üstünde harçlık alanları sıkı sıkı sorgularlardı. “ Babalarınız, anneleriniz köylerde zor şartlarda yaşıyorlar, siz burada hoyratça harcamayın” şeklinde ikazlarda bulunurlardı.

Tüm öğretmenlerimizin öz verili çalışmaları, davranışlarımızın gelişmesi, bilgi ve verimliliğimizin artmasını sağlıyordu. Köylerden gelen çelimsiz, zayıf çocuklar üç dört ay
içinde gürbüzleşmişlerdi. Benim gibi yüz elliye yakın birinci sınıf öğrencisinin çoğu iki üç kap yemeği ve yemek çeşitlerini ilk defa yiyordu. Daha o günlerde kırk altı milyon’un hakkını
yediğimizi, çok çalışmamız gerektiği motivasyonunu hissediyorduk. Yarı yıl tatili yaklaşıyordu. Kasım ayı ortalarında babamın dua ve tenbihlerle dolu mektubundan sonra yeni bir haber ve harçlık bekliyordu. Tatile gidecekleri isimleri yazılıyor günler öncesinden minibüsler, otobüsler tutuluyordu. Kış yaman olur, bazen yol vermez Ilgaz Dağları. Hoş Tosya’ya indiğimizde de köye çıkmak ayrı bir dert. İyi ki köylüm, Yaşar arkadaşım var köyümden” diye moral buluyorum kendimce. Babamın öğretmenime bıraktığı elli lira bitmek üzereydi. Yaşar
arkadaşım münibüs için benim parayı da vermiş isimlerimizi gidecek yolcular listesine yazdırmış.Tatile üç beş gün kala gurup öğretmenim akşam etüdü içinde öğrenci başkanı abiye beni
öğretmenler Eğitim Şefinin odasına getirmesini söylemiş. Öğretmenler ve idarenin kişiyi tek çağırması bir suça karışmış gibi görülürdü. Bir suç ya da olaya karışmak en büyük korkumdu.
Dizlerimin bağı çözülmüştü. Odaya bıraktı beni başkan abi, öğretmenim teşekkür etti.

Başka kimse yoktu. Öğretmenimin elinde iki tane mektup vardı.”eyvah beni okuldan atacaklar galiba” diye düşündüm, titriyordum. Öğretmenim “ Ali, babanın el yazısı ne kadar güzel maşallah, senin yazıdan güzel” diye söze girdi. “ Nedenini bana sorma, baban bana ve sana mektup yazmış. Bir durumlar olmuş, senin şubat tatiline gelmeni istemiyor. Köye araba yok, bu kışta kıyamette hasta olur diye korkuyorum. Tatilde okulda kalmasını sağlarsanız sevinirim. Harçlıkta gönderemiyorum diye yazmış. Sana yazılan mektubu da oku bakalım” diye verdi. Babam mektupta, Ormandan ceza aldığını, parayı ödeyemediğini, Şubat ayında on beş gün mahpusa gireceğini, okulda kalmamı” yazıyordu. Sesli okuduğum için mektubu bitirmeden hıçkırarak ağlamaya başlayınca Ali İhsan öğretmenim “ Ali, üzülme bakalım yalnız değilsin, en az on beş yirmi arkadaşın daha kalır farklı sınıflardan. Burası devletin okulu. Bak bir çok öğretmen hep burada lojmanlarda kalıyor üzülme bakalım. Yazın köye döndüğünde seni büyümüş görür sevinirler” dedi. “ Haydi etüde berber gidelim
de arkadaşlarının yol harçlıklarını dağıtayım.” Çantasındaki liste ve parayı kontrol etti. Sınıfa girdik. Tüm sınıf ayağa kalktı merakla bana bakıyorlardı. Öğretmenim sınıfa “ Arkadaşınızın babası bana özel mektup yazmış , nasıl çalışıyor mu, öğretmenlerini üzüyor mu diye yazmış onu konuştuk arkadaşınızla. Çok güzel de el yazısı var bakın” diyerek babamın mektubunu sınıfa gösterdi. Anladım ki öğretmenim neden çağrıldığım sorularını bana sorulmasını istememişti. O günden sonra öğretmenlerimizin anne baba kadar değerli olduğun anladım. Okulu daha çok sevdim.


Yarı yıl tatili başlangıcının Cuma günü öğleden sonra onlarca araba okul kantini etrafında toplanmaya başladı. Son ders çıkışında okulun çoğunluğu yola çıkmaya başladı. Hareketlilik akşam yemeği sonlarına kadar sürdü. Yaşa arkadaşıma babamın mektubunu okuttum, o da üzüldü biraz. Bana beş lira harçlık bıraktı. Tatil dönüşü baban para verir, getiririm. Kalanlar oluyor nasılsa .Ders çalış kitap oku,zamanı değerlendir. Üşütme, hasta olma diyerek ayrıldı. Yatakhaneye gittiğimde bir çok arkadaşın cumartesi günü gideceğini öğrendim. Herkesin evine gittiği ve gideceklerin neşe içinde olduğu gece yatağın içinde uzun süre ağlayarak uyuya kaldığımı hiç unutmadım. Sabah saat altı sularında kalkıp kahvaltı için yemekhaneye indiğimde her yar bavul doluydu. Arkadaşlar arabaları gelince yola çıkacaklardı.


Nöbetçi öğretmenimiz, Kazım Turan isimli bir abimizle benim kahvaltı yaptığım masaya geldi. Listeyi ona verdi. “on altı kişi var okulda kalacak, sorumlu başkan sensin. Sinema salonunun
yanındaki eski kütüphane olan küçük binada kalacaksınız. Taş yapı, küçük, ısınması kolay olur. Yemek ve kahvaltı saatleriniz aynı. Listedeki arkadaşları buraya toparla, etüt saatlerinizde ve diğer zamanlarda fazla dağılmayın. İdare binasındaki 5/B sınıfını tatil süresince etüt sınıfı olarak kullanacaksınız. Kütüphaneden de yararlandır arkadaşlarını. İdare ve nöbetçi öğretmenler sizlerle olacaklar. Tamam mı Kazım. Hemen topla çocukları” diye gönderdi Kazım Abiyi. Kendisi diğer öğrencilere bir şeyler söylemek için kalabalık masalara doğru yöneldi. Biraz sonra iki, üç, beş derken on dört izine gidemeyen arkadaş taburelere oturarak öğretmenimizi beklemeye başladık. Arabaları gelenler uçarcasına o yöne doğru bavullarını sürükleyerek koşuyorlardı. Nöbetçi öğretmenimiz geldi. “Tamam mı Kazım?” “İki kişi gelmemiş daha!” “ dediğim gibi durumu arkadaşlarına anlat, öğle yemeğinden önce oraya yerlesin, Etüt ve toplanma sınıfınızda dediğim gibi 5/B olacak” diye, Kazım Abiye tenbih ederek gitti. Zemheride yatakhane soğuk oluyordu. Üstümüze üç dört battaniye örttüğümüz olurdu. Birinci
sınıflardan ben vardım sadece kazım abi dört yada beşinci sınıftı. Diğerleri de üst sınıftan ağabeylerdi. Geceler boyu bir çoğu hayatını ve çektiklerini, yoksulluklarını anlattılar. Daha çok

çalışmak gerektiğini sınıfta kalmadan öğretmen olmanın şart olduğunu yemin edercesine vurguluyorlardı. Benim içinde iyi bir motivasyon oluyordu. Gündüzleri sınıfta ders çalışıyor, kitap
okuyor, mandolin, saz hatta keman çalan da vardı.

Karnemde müzik 3 matematik 4, iki zayıfım vardı. Yalnız kaldıkça mandolin çalıyor notaları seslendiriyordum. En korktuğum ders haline gelmişti müzik dersi. Arada iyi öğretmenin özellikleri konuşuluyordu. Saz çalıp söyleyen abiler öğretmenlerinin ilkokulda bunu verdiğini, marş ve şarkıları öğretmenini sevdirdiğini söylüyor “mandolin, saz çalmayan öğretmen olmamalı” diyerek dersin önemini vurguluyordu. Müzik korkumun ilkokulda İstiklal marşı dışında öğretmenimin hiç şarkı, türkü ve marş öğretmeyişinin eksiklik olduğunu ve daha çak çalışmam gerektiğini doğruluyordu. On bir on iki yaşlarında bir çocuğun üst düzeyde yaşaya bileceği hasret, korku ve kaygıları yoğun şekilde tatil süresince sessizi ağlayarak yaşadım. Aklım hep köydeydi. Annemi, babamı, kardeşlerimi köyümü çok özlemiştim. Yarı yıl tatilin bitiği son Pazar günü yatakhane ve sınıflarımıza geçtik. Öğle sonu dört gözle yolunu
beklediğim Arkadaşım Yaşar geldi. Yatakhanelerine beraber gittik. Bavul ve filesi vardı. Bana kaçamak bakıyor sanki bir şeyler saklıyor gibiydi. Cebinden bir mektup çıkardı “ Ali bu mektubun. Herkes iyi. Çok selamları var. Valla bilseydim ben de gitmezdim, yollar berbattı. Kar çok yağdı, iki gün Tosya’da kaldım ablamda. Ha baban yirmi beş lira harçlık gönderdi. Verdiğim beş lira dursun ihtiyaç olursa alırım “ dedi. Beş lirayı al şimdi diye çok uğraştım almadı. “ İnan bir sıkıntı yok. Baban biraz hasta yatmış, maşallah şimdi çok iyi. İkmale kalmadan gelsin dediler. Benden söylemesi, sıkıntın müzik dersini halledersin. Matematik dört, ikici dönem altı yaparsan yaz tatili rahat olur”
diye beni motive etti.


Babamın hasret ve sevgi dolu mektubunu defalarca okudum. Hastalandığını öğrendim. Ya kötü bir hastalıksa diye, babamı kaybetmemek için dualar ettim. Karmaşık duygular, yazılı, sözlü sınavlar derken İkinci dönem bir su gibi aktı sanki. Köyü unutmuş gibiydim. Haziran ayı geldi. Tüm çalışmalarıma rağmen korktuğum başıma geldi. Müzik dersinden ikmale kalmıştım. Sesim hiç iyi değildi, ya da ben öyle zannediyordum.

Annem iki üç aylık bebekken beni, aynı günlerde doğum yapan sesleri güzel olan Hasan Çamcı’nın eşine birkaç defa emzirtmiş. Bekir Çamcı, süt
kardeşimdir. Sesim niye Bekir kadar güzel değil diye hayıflanmışımdır. Köyüme sekiz ay sonra ilk defa gidiyordum. Eylül ayında müzik dersi için sınava gelecektim. Bu sefer babam yirmi lira harçlık göndermişti mektup yoktu. Cumartesi günü öğrencileri almaya gelen minibüse arkadaşım Yaşar ile binerek, Tosya’ya indik. Ablasının evine gittik. Eniştesi Hafız Ali, babamın asker arkadaşıydı.Yaşar ve benim üzerimde emeği olan mücadeleci, köy çocuklarının okuması için destek veren ticaret ve çiftçilikle uğraşan ,güvenilir, sözü dinlenir saygın bir insandı. Pazar günü bizi traktörle köye kadar özel götürüşü bayramımız olmuştu. Annemin koşarak gelip “kuzum “ diye sarılışı; hasreti, mutluluk göz yaşlarına dönüştürmüştü…

Bir zamandı
Dün gibi inanın
Bin dokuz yüz altmışlar işte.
Babamın, sözü varmış babasına
Öğretmen yapacakmış beni.
Sözü, sözümdür dedim babamın,
Öğretmen olacağım!
Ali KÜÇÜK