Hiçbir zaman çok geç değildir. Yeter ki, siz başlamaya karar verin. Konumuz kariyer olsun, bizde bir şeyler karalayalım şöyle diyorum, ama içten ve gerçekten derinden...

Eğri oturup doğru konuşalım, evirip çevirmeyelim. Soru buysa eğer, bizim “bize” vereceğimiz cevap %100 “Evet” olurdu. Kıyamayız kendimize zira; işe alırız, işi veririz, bir üst makamsa eğer hem hazır, hem de nazır talip oluruz. Gelin görün ki, hem bireysel, hem de kurumsal rekabetin her geçen gün daha da sertleştiği günümüz hayatında bu romantizme maalesef hiç mi hiç yer yoktur. Kariyer yolları hızlı geçişlere kapalıdır, mayınlarla doludur. Fetihler, zaferlere ulaşmak zaman ister, sabır ister, adanmışlıklar ister. Aşk ister, o yola baş koymayı ister ancak en önemlisi gerçekten derin mi derin olmayı ister. Derinlik kariyer de her şeydir. Kısacası meslekte “ne kadar yükseleceğimizi”, “ne kadar derinlere indiğimiz” belirler.

Fransızca “carrière” kelimesinden dilimize geçmiş olan kariyer kelimesi, Türk Dil Kurumunun tarifinde şöyle hayat buluyor. “Bir meslekte zaman ve çalışmayla elde edilen aşama, başarı ve uzmanlık.” Formül tarifin içinde gizli; “Aşama; Başarı; Uzmanlık”

Gösterdiğiniz aşamalar sizi küçük büyük zaferlere, hedeflenen başarılara taşıyacak, uzmanlaştıkça katedilen aşamalar daha da fazlalaşacak ve takibinde daha büyük başarılar derken bu döngü kariyer yolunda sizi pırıl pırıl bir geleceğe götürecek.

Ünlü bir markanın çok sevdiğim sloganında söylendiği gibi söyleyelim. “Daha Fazlasını İste!” Evet, hepimiz daha fazlasını istiyoruz. Daha fazlasını elde ettiğimizde de şüphesiz yine “daha fazlasını” isteyeceğiz. Peki, o “ilk” daha fazlasını elde edebilmek için “ne” yapıyoruz? (ya da neler “yapmıyoruz”?)

Gelin kısaca birlikte kaynağına inelim ama mümkünse derine, hatta epey “derinlere” inmeye çalışalım. Konumuz iş görüşmesi performansları değil, zira o konuda karalanmış onlarca kitap, yazı ve makale var. “İş görüşmelerinde nasıl giyinmelisiniz”, “çorabınızın rengi”, “eteğinizin boyu”, “kravatınızın deseni” vesaire, vesaire... Pek tabiidir ki bu detaylarda bütünün bir parçası, ancak batıralım iğneyi kendimize ve yanlış yerlerde aramayalım, işin sırrı asli olarak şekillerde değil, çok ama çoook derinlerde!

Önce konuya dair bir özdeyişi tarih yapraklarına usulca bir düşürelim. “Kıssadan hisse”leri hep sevmişimdir ya, bu da bendenizden olsun.

“Mevcut işinizde/görevinizde ulaşacağınız derinlik, bir sonraki işinizde/görevinizde çıkacağınız yüksekliği belirler. Hem liyakatta, hem de mükafatta...”

Ya da başka bir deyişle söyleyelim; “Derinliğiniz kadar Yükselirsiniz!”

Haydi biraz daha kısaltalım ve orada duralım. “Derinliğiniz Yüksekliğinizdir!

Evet, şimdi buraya dikkat lütfen! İşin özünde “iş”, iş görüşmelerine girdiğimiz anda değildir; esas “iş”, o iş görüşmesine gelene kadar hangi “işlerle” meşgul olduğumuzla (ya da olmadığımızla) ilgilidir. Hani bu işin içinde bir “iş” var dedirtecek cinsten pek acayip bir iş!

Tüm kişisel gelişim anlatılarının ortak paydalarında hep vurgulandığı gibi; “averaj performanslarla ancak averaj sonuçlar elde edebiliriz”. Peki az önceki sloganımıza geri döndüğümüzde, “daha fazlasını nasıl elde edebileceğiz?”. Bir “tavla oyuncusu” rehavetinde mi kariyer yolunda, yoksa bir “satranç oyuncusu” performansında mı?

Tavlada başarı “zar” ister, satrançta başarı ise çok daha fazlasını ister. Taktik ister, strateji ister, konsantrasyon ister, oyuna adanmışlık ve benzer daha bir çoğunu ister. En temelinde ise, oyunu kazanmak istiyorsak eğer, muazzam bir “derinlik” ister. Kendi iş hayatlarımızın oynadığımız başrolünden de “oskar” ancak böyle düşünür ve sahada da böyle uygularsak çıkabilir.

Pekala, o halde ne yapmalıyız?

Öncelikle kabul etmeliyiz ki, kendi iç sorgumuz bir devir daim şeklinde hep devam etmeli ve iç sesimiz sormalı o zor soruyu kendimize, her bir yeni günün başlangıcında; “Daha fazlasını elde etmek için, bugün daha fazla ne yapmalıyım?”

Çalıştığımız işletmeyi, iş yerimizi gerçekten bir atölye gibi görmeliyiz. Bilmeliyiz; kocaman atölyelerden geçeceğiz; içinde bir dolu ekipman, bir dolu kaynak ve de bir dolu insanla; suskunu, konuşkanı, güzeli, üzeni, seveni, sevileni, kızanı, güleni ve daha niceleri ile...

Her adım yeni bir adım olacak, her gün de, yeni bir gün; düşünmeliyiz.

Anlamalıyız; güneş ne doğarken, ne de batıverirken bize hiç sormayacak, günler haftalara, haftalar aylara ve nihayetinde hepsi birden yıllara bağlanacak.

Bilmeliyiz; biz ise hep devam edeceğiz, önce öğrenmeye dünyayı, sonra da yetişebilme çabasına önümüzden kaçıverip giden güne.

Merak etmeliyiz, merak etmeyi de huy edinmeliyiz, ufku merak etmeliyiz en çok ve bir de derinleri, en derinleri...

Görmeliyiz, anlamalıyız, bilmeliyiz ki; kendi “en derinlerimiz” bize her daim kendi “en yükseklerimizi” getirecek.

Bugün biliyoruz hepimiz, müthiş bir yarış var dışarıda, müthiş bir rekabet ve biliyoruz ki zirveyi herkes sever. Ama “zirve herkese kapılarını açar mı” tarafı, işte başlıktaki sorumuza aradığımız cevabın en can alıcı kısmını oluşturuyor. Hal böyle iken, vurgulamak gerekir ki, ipin sadece ucundan tutma ile de tırmanılacak zirveler yoktur.

Everest dağına tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcı ve “Yedi Zirveler” projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı olan Nasuh Mahruki “Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı kitabının “Zirvede, kendi içinizdeki zirvelere de ulaşın” bölümünde 17 Mayıs 1995 tarihinde gerçekleşen tırmanış ile Everest Dağı’nın zirvesine ulaşması ve orada geçirdiği dakikalara dair hislerini şöyle anlatıyor.

“Dağlarda hep yaptığım gibi, zirvedeki o 20 dakika boyunca kendimi dışarıdan izledim ve 27 yaşındaki bu yalnız genç adamın o anki duygularını bir başkasının gözleriyle görmeye çalıştım. Dünyadaki her şeyden büyük bu kitlenin zirvesinde, kumsalda bir kum tanesi kadar küçük bu bedenin ne kadar değersiz ve önemsiz olduğunu ve iç disipliniyle, kararlılığıyla, tutkusuyla, kendisini sınırlarına kadar zorlayan ve hayallerinin ötesine geçen bu insancığın ne kadar değerli olduğunu gördüm. Yaşamımda sorun ettiğim pek çok şeyin ne kadar anlamsız ve boş olduğunu, her şeyin ben olduğumu ve benim hiçbir şey olmadığımı, burasının son değil daha başlangıç olduğunu, yaşamanın çok ama çok güzel olduğunu ve dünyanın güzelliklerle dolu olduğunu öğrendim. Ve bu genç adamın, Dünyanın Ana Tanrıça’sının zirvesinde, tüm yalınlığı, çıplaklığı ve kırılganlığıyla, gözyaşlarını gizleme ihtiyacı duymadan kendini bıraktığını gördüm ve öğrendim ki insan bir tanrıçanın önünde yalnızca ağlayabilirmiş.

Yalnızca 20 dakika için bile olsa, bu beden bu süre içinde dünyadaki herkesten ve her şeyden daha yüksekteydi. Bu çok güzel bir duygu, bunu kıyaslayabileceğim başka bir tecrübe hiç yaşamadım, ifade edemiyor, yalnızca tadını çıkarabiliyorum...”

Kitabının yine aynı bölümünde, tırmanış öncesi yakın dostu, şair, deneme yazarı, yayıncı Enis Batur’un, kendisine tırmanış günlüğünü tutması için verdiği boş defterin ilk sayfasına Erasmus’un ünlü “Festina Lente – Ağır Ağır Acele Et” öğüdünü yazdığını belirten Mahruki, “başarının ödülünün biraz da başarıya giden o muhteşem yolculuğun kendisi” olduğunu kitabı genelinde özellikle vurgulamıştır.

Yollar uzun, varılacak hedefler çok, vaktimiz ise bir o kadar kısa. Bizde iyisi mi, verilen değerli öğüdü tutalım, “Ağır, ağır gerçekten acele edelim”. Yolunuzun hangi kısmında olursanız olun, ki kariyerse eğer yolculuğun adı, farkına varmanın günü artık bugün olsun, hatta lütfen hemen şimdi! Fark yaratmaya başladığımız gün yine bugün olsun, aşk olsun, meşk ile ve illa ki şevk ile olsun.

Başlıktaki soruyu sorarsanız bir gün kendinize, cevap da içten, derinden ve her daim yüksek sesle sıkı bir “EVET” olsun.

Son söz: “İz bırakmak için önce o yolda yürümelisin…” (Anonim)

Kalın sağlıcakla!