Ders yılının sona erdiği gün beşinci sınıf dışında karneler dağıtıldı. Nihat Öğretmenimiz beşinci sınıflara ayrı bir konuşma yaptı. Yirmi kişi kadardık. “Çocuklar, pazartesi günü Çepni köyünün beşinci sınıfları buraya gelecek. Üç gün burada iki gün de Çepni köyünde ortak bitirme imtihanlarını yapacağız.

Köylerimiz arasında dostluk ve kaynaşmanın sağlanması içinde bir fırsat. Öğle yemeklerini burada yiyecekler. Çoğunluğu akrabalarınız sayılır. Evlerinize birer ikişer arkadaşınızı götüreceksiniz. Bugünden anne babalarınıza söyleyin, hazırlıklarınızı da ona göre yapın. Mazereti olanlar öğle paydosundan önce durumu sınıf başkanına iletsin ayarlamayı yapın. Mahcup olmayalım arkadaşlarınıza karşı. Bu arada derslerinize çalışmayı ihmal etmeyin. Notlarınız, Çepnili arkadaşlarınızdan düşük olursa külahları değişiriz.

Yaşar ve Ali arkadaşınız öğretmen okulu imtihanlarına girecek. Bu ayın sonuna kadar zaman var. Girmek isteyen olursa bana bildirsin. Başarabilecek birkaç arkadaşınızın babası dedesiyle görüştüm, Kur’an kursuna göndereceklerini söylediler. Köyümüzde eğitmen dışında hiç öğretmen yok. İki yüz elli haneli köyde en az on öğretmen olmalıydı. Bakın toplasan Aspıras’ın yarısı kadar nüfusa sahip Yukarı Berçin, Aşağı Berçin, Orta Berçin’de nerdeyse bir evden iki öğretmen var. Yukarı Kayı, Çifter, Ciye, Sekiler, Kilkuyu köylerinde de okuyan çok. Dört kişi var bizde okuyan. Ali Çakır, Mustafa Bostan, Rüstem Soylu, Eğitmenimizin oğlu Muammer Derince Ortaokulu Tosya’da bitirdiler, inşallah liseyi de bitirirler. Ben hepinizin okumasını istiyorum. Cehaleti yetiştirdiğim öğrencilerimle yani sizlerle yenme umudunu kaybetmedim. Dağılabilirsiniz.” dedi.

Arkadaşlar Yaşar ile benim etrafımda halkalanarak birlikte çalışalım diye isteklerde bulunurken, öğretmenimizin, bize çok güvendiğini ve vasiyet gibi sözler söylediğini çocuk aklım ve yüreğimle anlamıştım. Arkadaşlar, düşük not almayın hatırlatmasından biraz tedirgin olmuşlardı. Toparlanma zamanıydı. Bir önceki sınıfın ders kitaplarını tekrar okuyarak öğrenirdik. Bu yüzden öğrendiğimiz bilgileri unutma şansımız yoktu. Dünya haritasını, eniştemin toz şeker aldırdığı bakkalın kese kâğıdından görmüştüm. Öğretmenimiz ve biraz bilenler dışında hiçbir çalışma kaynağımız yoktu.

             Karşılıklı köy gezileri şeklinde bitirme sınavları tamamlandı. Pazar günü akşamı babam, “yarın pazar, ( İlçemizde pazartesi günleri, alış veriş pazarı olur) Allah’ın izniyle gidip gelelim, diploma fotoğraflarını çektirelim, satacağımız odunu hazırladım, hemen yatalım erken kalkacağız , on beş lira var, beş lira kadar da odun eder,üç ekmek koysan yeter, yeni pantolonunu giysin, sabah soğuk olur yeni gömleğin altına eskisini giydir, okula girince göynek alırız inşallah. Nihat Öğretmen, önlük, yakalık götürmeyin, fotoğraf çekenler giydiriyor” dedi.

Sonra da “haydi yatın, ben yatsıyı kılıp öyle yatayım.” diye ekledi. Annem sabah hazırlıklarını tamamlamak için işe koyuldu. Kardeşim Fadime ve Mehmet’le çuldan yapılan yer yatağa sıralanıp, çul yorganı üzerimize çekerken Fadime, “Aga, ak ekmek almayı unutma e mi” diye fısıldadı kulağıma. Ben de “tamam” dedim. Sabah ezanı öncesi kalktık, annemin hazırladığı tarhana çorbasına en az iki bazlama ekmeği doğrayarak yedik.

Bir maşrapaya yakın soğuk suyu da içerek kalktık. Babamla eşeğe akşamdan hazırlanan odunu sardık, Eşeğin saman torbasını ve kendi azık torbamızı da takarak yola çıktık. Ilgaz Dağı’nın zirvesi hala yumurta gibi bembeyazdı gecenin karanlığında bile ben buradayım diyordu sanki.Eşek yolda daha hızlı yürüyordu şehre hemen varalım dercesine. Kuzeyin acı rüzgarı yüzümüzü üşütüyordu.

Çepni köyünün kenarından geçerken horoz sesleri ve köpek havlamaları rüzgarla beraber gecenin sessizliğini bozuyordu. Dik ve dönemeçli toprak yolda yürürken ovaya ve şehre giden başka insanlarla karşılaşıyorduk.Çepnili Musa Dayı “deh deh” diye yaklaştı acelesi vardı belli ki. “Selamün aleyküm İsmail, oğlanı da almışsın yanına maşallah, güveyi elbisesi mi alacaksın, everirsin hemen, ee bize de oku gönder düğüne” diye takıldı.

Babam “Okulu bitiriyor da fotoğraf çektireceğiz diploma için” dedi. Musa Dayı. “Haydi bakalım hayırlı olsun. Devrez coşmuş çeltik göllerine bulanık su çevireceğim, Balaban’dan kısa yoldan ineceğim” diye ayrıldı. Geçenlerin yüzleri tanınacak kadar alacakaranlığa dönüyordu gün. Devrez çayına yaklaşırken, at ve katırlarında yük olan kişiler selam vererek geçtiler bizi.Geçen yıl böyle bir grup bizim bahçede yemek yemişti.Öte yüz köylerinden geliyorlardı. Biz de daha hızlı yürümeye başladık. Babam,”İnşaallah ormancı çıkmaz karşımıza,odunu yıktırır , semeri de alırsa uğraş artık.Yazıçam’a bir çıksak bağlara saparız.Belki şehre girmeden satarız odunu. Benim orman cezası silinmez artık.

Bir hafta yattık zaten,mimlendik.Bir daha mahkemeye verirse ormancı, yanarız vallahi” diyerek, olası tehlikeyi anlatıyordu. Bayat yol kavşağına girerken, kağnı arabasıyla yatak yorgana sarılı bir hasta getiriyordu üç kişi. Babamın tanıdıklarıymış, zaten  Bayat, Çepni, Kargın, Karabey köyleri sınır oldukları için , mevlit, düğün ve akrabalık ilişkileri nedeniyle birbirlerini tanıyordu. Benim de Çepni ve Bayat Köyü’nden arkadaşlarım vardı.

Çoğuyla öküz güderken yada düğünlerde tanıştık. Babam, “geçmiş olsun Pehlivan, ne bu telaş?” diye sordu. Bir zamanlar birlikte güreş tuttukları için birbirine karşılıklı pehlivan diyerek konuşuyorlardı. “Sorma Pehlivan, annemin karnında bir ağrı var, geçmedi üç gündür. Doktora götürüyoruz, valla bilemezlerse Ankara Numuneye götürelim diyoruz.

Babam , “inşaallah geçer, gitmezsiniz bir yere.Eğer gidecek olursanız, bizim köyden Ali Çeltikçi, Ahmet Çeltikçi,Asım Küçük var, onları bul yardımcı olurlar” dedi. Hasta teyze, Allah razı olsun gardaş diye dua etti. Devrez Çayı’nın üzerindeki derme çatma ağaç köprüden, kağnı arabası ve eşeğimizi sırayla dikkatlice geçirdik. Bir müddet azgın akan Devrez’in kenarında suya paralel yürüyerek Deli İzzet’in arkına girdik.

Su eşeğin karnının altına değecek kadar yükselmişti. Biz babamla Çeltik tarlalarının kenarındaki tek kişinin yürüyebileceği ince çamurlu yoldan yürürken Pehlivan, babama seslenerek “köşede durun, arabaya binerek geçin karşıya, su çok soğuk” dedi. Babam, “soyunacaktım iyi oldu ıslanmadan geçelim,” işimiz rast gitti diye neşelendi. Çıkış noktasına geldik. Kağnıya binerek karşıya geçtik. “Allah şifanı versin abla. İnşallah bir şeyin kalmaz,” dedi ve biz daha hızlı yürüyerek ayrıldık. Yakındaki bir camii minaresinden sabah ezanı okunuyordu.

Biraz daha hızlandık. Papazönüne çıktık, jip, traktör kamyon ve at arabalarıyla gelenler kalabalıklaştı. Babam, “bu kalabalıkta Yazıçam’a çıkınca bağlara saparız” derken cesaretlendiğini gördüm. Tosyalı bağ sahipleri mayıs ayından kasım ayına kadar gümele denilen bağ evlerinde durur, pekmez, salça  ve meyveleri kurutarak kış hazırlıklarını yaparlardı. Geliş gidişlerde küçük boylu, süslü semerli, güzel süslü eşekler kullanılırdı. Genellikle eşeklere kadın ve kızlar binerdi. Bağ evlerinin önünden geçerken “çıralı, karaçam odunu” diye bağırıyorduk. Deringöz’ü geçtik.

Güneş, Ilgaz Dağlarının doğu yamaçlarını uyarırken, şehrin girişinde Yirlice Kaş denilen yerde, babam odunu dört liraya verdi.” Haydi guzum, eşeği hana bağlayalım, resmi çektirelim, aşcı dükkanına gidelim, tahinli reçel yiyelim. Üç ekmek koymuş annen. “İnşallah başka bir zaman, etli pilav yeriz” derken, bir mahcuptu sesi.

Şehrin merkezine doğru yürürken sanki insan seli vardı. Odunu bağlarda satamayıp sokak aralarında odun yüklü onlarca eşek katır sahipleri sanki saklanarak gidiyorlardı. Şehirde  koskoca binalar, farklı insan tipleri, yer yer ayak üstü yumurta, tavuk pazarlıkları ilgimi çekmişti.

Babam, “bak geldiğin yolu iyi belle,dikkatli bak.Ne olur ne olmaz köye yalnız dönmek zorunda kalırsan, eşeği takip et yeter. O seni köye götürür” dedi. Kalabalık arasından geçerek, Seki Sokağı denilen yerde bir arada bulunan hana eşeği yirmi beş kuruşa bağladık. Azık torbamızı bana verdi. Saman torbasını yemesi için eşeğin başına bağladı.

Hancıya, “torbasını atarsa bakıver, uzun yol gideceğiz, aç kalmasın hayvan, bir saate geliriz, ben sularım” diye tembih etti. Biz çıkarken üç arkadaşım daha fotoğraf çektirmek için geldiler onlar da eşek ve katırlarını hana bağladılar. “Biz de hemen fotoğrafçıya geleceğiz” dedi Veysel Çamcı.

           Diploma için önlük ve yakalıklı fotoğraf çektirdiğimde on sekiz kilometrelik yolu yürüyerek gittiğim şehirdeki fotoğrafçıda gördüm elektrik ampulü ve yakıp söndürme anahtarını. Sıra varmış, yarım saat kadar bekledik. Bana uyan siyah bir okul önlüğü ve sert naylon bir yakalık verdi. Babam giymeme ve yakalığı takmama yardımcı oldu. Bir tabure üstüne oturdum. Karşıda yanan ışığa bak dedi. Ben karşıdaki yukarıda yanan solgun ışığa baktım. Fotoğraf makinesinin objektifine bakmamışım. O yüzden ilkokul diplomamdaki fotoğrafımda gözlerim, olağandan açık çıkmıştı.

Fotoğrafçı, cuma ya da haftaya pazartesi alabileceğimizi söyledi. Altı fotoğraf için beş lira almıştı. Bir yük odunu dört liraya vermiştik.Tam çıkacakken diğer arkadaşlarım geldi babalarıyla. Babam, parasını verdik, herhangi birimiz fotoğrafları alabilir değil mi dedi. Fotoğrafçının, “tabii ki alırsınız. Pazartesi daha sağlam olur,” sözünden sonra ayrıldık.

Aşçı dükkânında, yirmi beş kuruştan iki tabak tahinli reçeli kendi hamurlu (bazlama) ekmeğimizle yedik. Öğle ezanı okunmak üzereydi. Babam, “Pazar Camii’nde namazımı kılayım, sen hanın yakınına git, bekle ben gelirim hemen” dedi. Ben şehre ilk defa geldiğim için bu kalabalıkta her şey dikkatimi çekiyordu. Seki Sokağı’nın başında bir kalabalık toplanmış, yanık bir ses türkü, yas karışımı elinde hoparlörle bir şeyler söylüyor, bir diğeri de yirmi beş kuruşa isteyene bir yazılı kâğıt veriyordu. Yaklaşıp dinledim biraz. Arada duruyor, “sevgili komşular,Allah kimseye böyle hayırsız evlat vermesin.Seni doğuran, büyüten ananı git ormanda baltayla kes çamların dibine göm” işte onun destanıdır bu.

Alın okuyun, herkese ibret olsun. Gebreli lakaplı sanırım Karabey Köyü’ndenmiş. Yanık sesinden birkaç dörtlük dinledim.Duygulanmıştım. Büyük amcalar ve teyzelerde gözlerini silerek “bana da ver oğlana okuturum” diyerek alıyorlardı.Köyde bir kaç radyo vardı, sabah türkülerinde Nuri Sesigüzel, Nezahat Bayram’ı dinlerdik uzaktan uzağa. Babam gelmiştir diye hanın önüne gittim. Azık torbamız ve kalan bir hamurlu ekmek içindeydi. Hemen babam geldi. “Ali guzum eşeği sulayıp yola çıkalım.

Su yükselmeden Deli İzzet’in arkını geçelim” diyerek handan eşeği hanın önündeki çeşmede suladık. “İyi içti suyu, yemiş yemi samanı, köyü buluruz bu toklukla” dedi. Eşeği yularından çekerek bana verdi. “Geldiğimiz yönden gideceğiz , hızlı yürü eşek ayağına basmasın” diyerek uyardı beni.Azık torbasını eline aldı,yol üzerindeki dükkândan dört tane pazar ekmeği,iki tane de simit aldı.”Fadime’yle Mehmet de sevinsin ( iki simidi, beşe böleceğini biliyordum) beş liramız kaldı guzum, lazım olur fazla harcamayalım!” Dedi.  Yola koyulduk.

Arada beni eşeğe bindiriyor,kendisi hep yürüyordu.Yeşil otların olduğu yerlerde eşeğe otları yediriyorduk. Devrez’e yaklaşırken babam, “Bak guzum, köprümüz yok, yolumuz yok, Deli İzzet’in arkı hep tehlikeli, çeltik tarlarından yol vermiyor toprak sahipleri, üç köy sözlerini geçiremiyor devlete.Bak gördün Bayatlı Pehlivan’ın anasının durumunu,at yok, araba yok.Ben cahil kaldım bak, Kur’an okuyorum, yazım güzel,mektup ve kitapları su gibi okuyorum ama, üçüncü sınıfa kadar okudum diplomam yok. Numune Hastanesinden gelmeseydim Ankara’da olurduk şimdi.

Hatta doktor, ver oğlunu bana, benim gibi doktor yapayım demişti. Ananı bir türlü razı edemedim. Ben de oradan ayrılınca köyde bir adım ileri gidemez olduk. İnşallah şu imtihanı kazan, öğretmen ol da biz de rahat edelim” diye bana tembihte bulunuyor,hem de pişmanlığını dile getiriyordu.Bir ara, “baba, anam razı olsa verecek miydin beni o doktora.” dedim. “Guzum, senin okuman için her türlü hasrete razı olacaktım ama anan, vallahi kendimi asarım vermem guzumu diye rest çekince vazgeçtim. Bak işte şu kepazeliğe, bari sen rahat ederdin.” Susmuştu.Gözlerini elinin tersiyle sildiğini gördüm.

Yoksulluğun kıskacında bir çıkış yolu arar gibiydi. Papazönüne kadar yol boyunca kamyon, traktör, tenteli jip, gibi bir çok araba tozutarak geçti bizi.At arabası, at, katır, eşekleriyle bizim gibi köyüne dönenler vardı. Köyümüzde hiç araç yoktu.Ankara’dan gelenler jip ile çıkarlardı köye. Deli İzzet’in arkı geçit verirse. Babam’ın duygu dolu konuşmaları,benim gelecek için kurduğum hayallere, sabahleyin kağnı arabasına binerek geçtiğimiz çaya geldik.Beni eşeğe bindirip karşıya geçirdi. Eşeği geri çevirip babamdan yana sürdüm. Babam eşeğe binip suyun içinden devam etti.

Ben Çeltik Gölü’nün Kaş dediğimiz bölümünden düşmeden Devrez’in kenarına ulaştım. Babam da arkı geçerek ıslanmadan indi. “Köprüyü geçince biraz bin eşeğe daha hızlı gideriz” dedi. Dik kıvrımlı yoldan yürümeye başladık.Babam “Balaban’da kalan hamurlu ekmeğimizi yiyelim.O su bal kaymak gibi tat veriyor ekmeğe” diye orada biraz duracağımızı söyledi.Yol dik olduğu için on on beş dakika sonra indim eşekten. Eşek öndeyken daha hızlı yürüyorduk.Yola çıkalı üç saate yakın olmuştu.Yorulmaya da başlamıştık.

At ve katırlarıyla gelen Çepnili ve bizim köylü pazarcıların çoğu selam verip hızla gidiyorlardı.Bizim eşek normal eşeklerden küçüktü. Babam “kırk kilodan fazlasına Allah günah yazar” diye korurdu hayvanı. Ben günah diye fazla binmezdim. Balaban, Çepni Köyü’nün sınırları içinde, Kümbet mevkisinin alt tarafında bir çeşmenin adı.

Suyunu içirdik eşeğin. Biraz yeşil otların bulunduğu kızamıkların kenarına bıraktık . Biz de kalan bir hamurlu ekmeği çıkardık. Babam, “bu kızamıkların arasında bol kişniş olur, bir bakayım” dedi. Gerçekten bir avuç kişniş getirdi.Yıkadık çeşmede ekmekle yedik. O lezzeti yıllar sonra yediğim kişnişlerde bulamadım bir daha.

              Güneş eğilmeye başladı,ağaç ve tepelerin gölgelerini üzerimize örtmeye çalışıyor gibiydi. Eşeği önümüze alarak Kümbet’e doğru yöneldik.At koştuğu denilen bizim tarlamızın da olduğu yol boyu kızamıklar ve daha yeşil otlar vardı. Eşeğin ot ve taze kızamık sürgünlerinden yemesi için, “biraz otlatalım” dedi babam.

Eşek taze kızamıkları öyle tatlı yiyordu ki, ben de yemeye başladım uç sürgünleri ve yapraklarından. C vitamini deposu olduğunu daha sonraki yıllarda öğrendim. Kıyı üzümü adıyla yaprak ve üzümlerini hala yerim.İnsanın doğadan ve hayvanlardan öğreneceği çok şeyin olduğunu hep dikkate aldım. Yarım saat kadar eşeğin otlamasını bekledik

Pazara giden diğer köylülerimiz de gruplar halinde dönüyorlardı köye.On dakika sonra evde olacaktık. Padişahpınarı dediğimiz yere geldiğimizde onlarca çocuk önümüze gelerek, “dayı bubamı gördün mü” sorularına babam, “arkada geliyor” yanıtını verdi.Köye yaklaştıkça babasını,dedesini,amcasını soran onlarca çocuk geldi,babam hepsine arkada geliyorlar dedi.Halbuki hiçbirini görmemişti.Baba niye arkada dedin, görmedik ki, yalan olmuyor mu deyince, guzum nasılsa gelecekler, arkamızdalar, şehirde yatacak halleri yok ya, diye geçiştirmişti

Eve geldiğimizde, Fadime mavi gözleriyle, aga ak ekmek aldınız mı diye soruyordu.Eşekten torbayı aldı bana verdi babam.Simidi böl ver Fadime’ye dedi.Ahıra yöneldi. Bütün simidi çıkardım, sertleşmiş,kuru gibiydi.Bölüp verdim. Yarısını da Mehmet’e verelim,(Mehmet üç yaşlarında küçük kardeşimiz) diğer simidi de biz bölüşürüz nerde Mehmet dedim.Durmadı, anamın yanında samana gitti birazdan gelirler dedi.Fadime simide baktı,yutkundu,ağzına götürdü, yemedi. “Yesene” dedim. “Tükenmesin aga yarın yerim” dedi. “Ye ye ak ekmek de aldık” dedim ekmekleri gösterdim.Mehmet gelsin onunla yerim dedi. Yokluğun merhamet, sorumluluk ve paylaşım duygularını geliştiren doğal bir okul olduğunu o günlerde anlamıştım.

               Arkadaşım Yaşar haziran ayının ilk günlerinde yanıma geldi. Heyecanlıydı. “Ali, müjde Tosya’daki sınav kazandıran öğretmenler imtihandan bir ay önce kurs vereceklermiş, cumartesi, pazar dinlenecekmişiz yine. Kurs vereceklerin  Recep, Murat, Ömer öğretmenler olduğunu öğrendim. Ben gideceğim. Okula yakın yerden diğer köylerden gelen beş altı kişi ev tutacağız, yemeklerimizi evin teyzesi yapacakmış. Tanıdıklar yardımcı olacaklar.” Yaşar anlatırken babam bahçeden dönmüştü. “Hoş geldin Yaşar, hayırdır” dedi.

Yaşar bana anlattıklarını baştan babama da anlattı. Babam, “bakarız, bir danışalım öğretmenlerine” dedi. Artık evimizdeki konu kurs meselesiydi. Babam aklına güvendiği herkese durumu anlatıyordu. Bazılarının “yanında anası, bir tanıdık akraba olmayınca ezilir çocuk orda. Bildiklerini de unutur.

Başında olmayınca mafazan Allah yoldan çıkarırlar çocuğu. Ya da boş ver İsmail. Ali, gözü yumuk kazanır imtihanı, paranı cin mi tuttu. En az yüz lira masrafın olur,” sözleriyle babamın kafası allak bullak oluyor,akşamları eve geldiğinde de yatıncaya kadar anneme anlatıyordu. “O kadar paramız da yok. On tahta satabilsen işin inden çıkarız ama, ben bir de Nihat Öğretmenle, eğitmene sorayım” gibi sözlerle yoksul olmanın ıstırabını çeker gibiydi. Bana dönerek, “senden iş güç istemiyorum,derslerine çok çalış, geceni gündüzüne kat, tamam mı?” dediğinde kursa gidemeyeceğimi anlamıştım.

Temmuz ortalarıydı. Yaşar, “Ali ben yarın kursa gidiyorum, gelmeyecek misin?” dedi. Babam Nihat Öğretmenime sormuş. “İsmail, Ali başarılı ama, kursta daha hızlandırıcı bilgiler veriliyor, tabi durumunda belli ben zorlamam” demiş Nihat öğretmenim. Eğitmen, “Ali kazanır, masraf yapma” deyince “derslerini tekrarla, kursu boş ver” dedi. Kursa gitme işim sonlanmıştı. Yaşar’a “ben imtihana kadar evde çalışacağım” dedim.

           Yaz mevsimi fiğ, arpa orakları geldi. Öküz güderken, ekin biçerken ders çalıştım. Beşinci sınıfta öğrendiğim tüm dersleri ezberlemiştim sanki. Ağustos ayı içinde köy ilkokulları beşinci sınıfından mezun öğrencilerin katılabildiği sınava girdim. Tosya ilçesinden kazananların arasında Yaşar arkadaşım da vardı. Ben kazanamamıştım. Yaşar beni teselli için eve geldi. Babam annem de vardı. “İsmail amca kursta bilgi dışında, yöntem ve teknikler de öğrettiler, kursa gelse Ali mutlaka kazanırdı. İnşallah gelecek sene kazanır” gibi sözlerle teselli etti. Babam, “sen okulun kurallarını öğren, artık yardımcı olursun. Allah yolunu açık etsin” diye dua etti. Kendime çok güvendiğim halde kazanamadığım için birçok kere gizli gizli ağladım.

             Dağ ekinlerini biçtik, Pekmezleri kaynattık. Okulla açılmıştı. Babam kesin bu sene kazanacaksın. Nihat Öğretmen’le konuştum. “Yoklama defterinde adı olmaz. Sürekli aynen kayıtlı gibi gelecek. Ödevini yapacak, derslere katılacak. Bir gün gelip iki gün gelmezse olmaz” demiş. Beşinci sınıfı bir yıl daha hiç devamsızlık yapmadan devam ettim.

Cumartesi öğleye kadar ders vardı o yıllarda.Sonbahar, kış, ilkbahar geldi. Okuldaki tüm çalışmalar ve sosyal etkinliklere eksiksiz katıldım. Şansım da yaver gitti, hiç hasta olmadım. Yedi numaralı lambada çalışıyordum geceleri. Ocakta yanan çıralı kütüklerin cıngılarının sırtımı yakma tehlikesi yoktu. Ben ders çalışırken, annem kedi gibi sessiz olun diyordu kardeşlerime. Bahar da gelse haziran ayına kadar sobalarımız yanardı. Annem, nisan ayı güneşli  günlerin de bile,”aman kuzum bu eşek buyduran güneşlerine kanma, mafazan  allah hasta olursun imihanlara kadar dikkat et “ tenbihlerinde  bulunuyordu sık sık. Ben de  kursa gideceğim günleri ve tekrar gireceğim sınav gününü şimdiden iple çekiyordum.