Türk ulusu bağımsızlığını kazanmış, Cumhuriyet kurulmuş, ilk onuncu yılında aydınlanmanın hızla yürüdüğü, Atatürk Devrim ve İlkelerinin hayata geçirildiği Anadolu'nun köylerinin birinde, İstiklal Savaşı madalyalı gazisi Ecir’in Mehmet, “Yaz efendi, Küçük yaz!” diyordu.

1934 Soyadı Kanunu yürürlüğe girmiş, Türk ulusunun kurtarıcısı Mustafa Kemal’e Türkiye Büyük Millet Meclis'i, ”Atatürk” soyadını vermiştir. Artık Türk insanı birey olma bilinciyle kendi kimliğine kavuşacaktı. Lakap ile ya da sülaleden gelen “Ahmet oğlu Mehmet-Hasan oğlu Hüseyin “diye çağrılmayacaktı.

Ilgaz ve Köroğlu dağlarının rüzgârı ve güneşi içine hapsettiği güzel bir gündü. Köyün halkı tatlı bir telaş içinde şehirden gelen memurların, köy heyeti ve bilirkişilerin de onayıyla insanlara uygun gördükleri soyadlarını kaydediyorlardı. Daha çok, o güne değin aile büyüklerinin kendileriyle özdeşleşmiş yaşam biçimlerini anlatan kişiler öne çıkıyordu. Bazılarına çok çam kestiklerinden “Çamcı”, bağları olanlara “Üzümcü” yazılırken; diğerlerine de Sütçü, Yoğurtçu, Oduncu gibi soyadları art arda veriliyor, kahkahalar atılıyordu. Bir ara sesler kesilince görevli memur; “Artık, gelecek yok galiba muhtar!” diyecek oldu ama sanki söz boğazında kalakalmıştı. Karşıdan aksayarak, yanında on yaşlarında erkek çocukla gelen orta boyluca, eli bastonlu, kolu çolak bir adamı gördü. Memur; “Muhtar şu küçük adama da soyadını verelim, herhalde herkes tamamlandı” diye daha sözünü bitirmeden, muhtar avuçlarını açarak memurum önüne doğru eğildi. Öfkeli ve kızgın bir sesle; “Memur bey ne yapıyorsun? O küçük dediğin adam, köyümüzün dokuz yıl Yemen ve Çanakkale'de savaşmış madalyalı gazisidir. Nasıl konuşuyorsun öyle?” dedi. Memur yanlışını anlamıştı, yerinden kalkarak küçük adam dediği Ecir’in Mehmet’in önüne gelip, ellerini tutup diz çökerek; “Bağışla Gazim! Ben o anlamda söylemedim. Sen bütün isimlere lâyıksın. Ne dersen onu yazalım, bağışla beni!” diye dil dökmeye başladı. Pişmanlığını birkaç kez yinelemekten kendini alamadı. Gözlerinden yaşlar ip gibi indi. İhtiyar heyeti üyeleri ve diğer bekleyen köylüler de bu içtenliğin karşısında duygulandılar.

Ecir’in Gazi Mehmet’i bir müddet memurun söylediği ‘küçük adam’ sözünü düşünürken, yalvarışın pişmanlığı algılamaya çalışıyordu. Bir anda gerilere, geçmişe gidiverdi. Kızılcıktan yaptığı bastonunu sağ dizine destek yaparak doğrulurken askere alındığı günü anımsadı.

Daha dün denecek günlerde ne kadar da güçlüydü! O günlere dek vilayetini bile görmeden; Yemen, Çanakkale demeyip cepheden cepheye savaşamayacak duruma düşerek köye döndüğünde de savaş kaçaklarıyla da mücadele emişti. Kurtuluş savaşında, Ilgaz ilçesinden Çankırı’ya kadar kağnı arabasında, topal ve çolak haliyle mermi taşıdığı günler geçti aklından film şeridi gibi. “Neyse ki, yendik yedi düveli, kurduk Cumhuriyeti” diye içten içe mırıldandı. Memurun, “Ne olur Gazim, bağışla!” sözüyle kendine geldi. “Tamam, evlât yaz bakalım” deyiverdi. Memurun “Ne yazayım gazi, kahraman, hangisini istersin?” Sözlerini hayal meyal anımsıyordu. O üç şehit arkadaşının arasında iki gece yattığı Çanakkale’yi düşlüyordu. Devrekânili Osman, Dadaylı Mustafa vurulduklarında, siperde iken akan kanları omzundan tüm vücuduna bulanmış, durmanın anlamı yok diyerek mavzerini düşman üstüne sıkmaya başladığını anımsadı. Sonrasında ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bağrına bir el değdiğini hissetti. Yüzükoyun yatar durumdan sırt üstü çevirirken; “bu Memet yaşıyor bu Memet yaşıyor sedyeye alın!” Diyen, masmavi gözlere uçar gibi kanatlanmıştı. ‘Mustafa Kemal’di hayatını kurtaran kahraman. Yüzlerce şehidin sessizliği, yaralıların figanı toz duman, barut kokuları içinde hiç ölüm korkusu hissetmemişti ve öldürmeyen Allah öldürmemişti. Hayatı boyunca Mustafa Kemal’i, Atatürk olduktan sonra da hiç göremedi. anımsadığı her an gözleri dolardı… “Küçük adam” demişti memur, “haklıydı belki” diye düşündü. “Şehit olmayı beceremedin, elbet küçük görüneceksin, kahramanlık senin neyine” diye iç çekip, o cepheden bu cepheye geçerken, memurun “Kahraman yazıyorum Gazi’m!” deyişiyle irkildi. Yeni uykudan uyanıyor gibi başını sağa sola sallayıp, "Neden Kahraman yazacaksın ki?” dedi. Memur "yarın çocuklarınız, torunlarınız sizle övünür, gurur duyarlar." Gazi biraz sinirli bir ses tonuyla, elindeki bastonun ucunu tahta masaya hafifçe bir iki kez dokundurdu.

“Evlât evlat, kimsenin bir başkasının yaptığıyla övünme hakkı yoktur. Ben kolumu, ayağımı, gençliğimi bu vatan için verdiysem, çocuklarım ve torunlarım da mutlaka bir katkıda bulunmak zorunda. Övünmek için değil, daha onurlu yaşamaları ve namerde muhtaç olmamaları için yapmalılar. Yapacaklarına da inanıyorum kahramanlık bizim neyimize! Yaz efendi, sen ‘Küçük’ yaz!” diyordu, tekrar tekrar yineliyordu. Memur kalkıp, Gazi’nin ellerine yapıştı. “Ne olur Gazi'm, affet beni! Ben bir densizlik yaptım” diye dakikalarca dil döktü ama nafile… Ve ‘Küçük’ yazıldı İstiklal Savaşı’nın madalyalı gazisi Ecir’in Mehmet’in soy adına.

Mehmet Küçük olarak girdi kayıtlara. İnebolu’dan, Afyonkarahisar’a uzanan yolların kağnı sesleri, Şerife Bacıları, öküz ve tekerlek ölüleri, Çanakkale Türküsü duruşunda içine akarken, biraz öncesinin küçük gazisi şimdi “Mehmet Küçük” olarak dönüyordu evine. Öteliyordu içindeki gururu, yüreğinin büyüklüğüne… Biliyordu ki; soyadını taşıyacak olan çocukları ve de torunları da, kahraman dedelerinin onurlu duruşu ve tevazuunu kendi çıkarları için hiç ama hiç kullanmayacaklardı. Bir küçük görünümlü insanın, milletinin gönlünde nasıl büyüyebileceğini, kendisini büyük sananlara anlatacaklardı.

O günkü duruşun büyüklüğüne yakışan direnci göstermek, özgürlüğe ve aydınlanmaya devam edeceğimize sözümüz vardır! Andı ve Mustafa Kemal Atatürk ile göz göze geldiği yaşama dönüş çizgisindeki “Bu Mehmet yaşıyor, sedyeye alın!” Sesi, kulaklarında çınlarken, torunlarından birinin bu tevazu ve vatan sevgisini mutlaka yazacağını o günden görüyor, oğlu Mustafa'ya "haydi oğlum gidelim eve" derken, mahcupluk ve kahramanlık onurunu bir arada taşıdığına inanmış halde gülümseyerek yürüyordu…

YEMEN TÜRKÜSÜ’NDEN İZMİR MARŞI'NA

Yanık bir türküdür sesin!

Yemen’den mi geliyorsun?

Can yoldaşı Şahin Bey’in

Antep’ ten mi geliyorsun?

Çöllerindeydin Fizan’ın,

Akka Kalesi mizanın,

Erzurum’da tabyaların

Maraş’tan mı geliyorsun?

İnanmışım, kurşun geçmez!

Çanakkale hiç geçilmez!

Sam yelleri bize değmez

Urfa'dan mı geliyorsun?

Kapkara da olsa sisler,

Binler, on binler ölseler,

Durduramaz ki denizler

Samsun’dan mı geliyorsun?

Bağlanmayız zincirlere,

Tutkundur özgürlük bize.

Buna derim kıyam diye

Sivas’tan mı geliyorsun?

Sakarya’da durdu zaman,

İnönü’de cephe yaman!

Şafak söktü Ankara’dan

“Karar” dan mı geliyorsun?

Destanımsın Kocatepe!

Mahşer yeri Çiğiltepe!

Yedi düvel geldi dize

Afyon’dan mı geliyorsun?

Dumlupınar ne kalkıştı!

İzmir canla kucaklaştı

Vatan, senle bayraklaştı!

Uşak’tan mı geliyorsun?

ATATÜRK’e benziyorsun!