Hayat bazen beklenmedik fırtınalarla doludur. Kaybettiğimiz bir iş, yaşadığımız bir hayal kırıklığı, kırılan kalplerimiz ya da ansızın gelen bir hastalık… Hepimiz zaman zaman sarsılır, düşer, kırılırız. İşte tam da bu noktada karşımıza çıkan kavramdır: psikolojik dayanıklılık.
Dayanıklılık, hiç kırılmamak değildir. İnsan, en güçlü halinde bile hassastır. Dayanıklılık, kırıldıktan sonra yeniden toparlanabilme, ayağa kalkabilme, hayatın akışına uyum sağlayabilme gücüdür. Bir başka deyişle, fırtınadan çıkarken yara almış ama yürümeye devam eden halimizdir.
Peki Bu Gücü Nasıl Besleriz?
Her şeyden önce, duygularımızı inkâr etmeden kabul etmek gerekir. “Ben güçlü olmalıyım, hiç üzülmemeliyim” demek, aslında en büyük yanılgıdır. Güç, hissettiklerini bastırmakta değil, onları fark edip, içinden geçmekte saklıdır.
İkinci adım, küçük hedeflerdir. Büyük dağları bir anda aşmaya çalışmak yerine, her gün atılan minik adımlar insanı ilerletir. Bir gülümseme, bir nefes, küçük bir teşekkür bile o günkü yükümüzü hafifletebilir.
Ve en önemlisi, dayanıklılık yalnızca bireysel bir çaba değildir. Aile, dostlar, topluluklar… Bazen yanımızdaki tek bir insan bile bize “devam et” gücü verebilir.
Unutmayalım: kırılmak zayıflık değildir. Asıl güç, kırıldığımız yerden yeniden filizlenebilmekte gizlidir. Belki de hayatın bize öğrettiği en kıymetli ders budur:
“Dayanıklılık, hayata yeniden ‘evet’ diyebilmektir.”