Hayatlarımızın büyük bir kısmı artık ekranların içinde akıyor. Sosyal medya, gündelik yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Bir fotoğraf, birkaç saniyelik bir video ya da paylaşılan bir cümleyle dünyaya kendimizi sunuyoruz. Peki gördüklerimiz, gerçekten gördüğümüz şey mi?
Çoğu zaman sosyal medya, hayatın yalnızca parlatılmış ve seçilmiş karelerini yansıtıyor. Mutlu anlar, kusursuz görünümler, başarı hikâyeleri… Oysa görünmeyen tarafta uykusuz geceler, hayal kırıklıkları, kaygılar ve yorgunluklar var. Biz, başkalarının vitrinine bakarken kendi perde arkamızla kıyaslıyoruz kendimizi. Ve bu kıyaslama çoğu kez adaletsiz oluyor.
Psikoloji bize şunu hatırlatır: İnsan doğası gölgeleriyle birlikte bütündür. Her duygunun, her kırılganlığın bir anlamı vardır. Sosyal medya ise gölgeleri saklar, ışıkları öne çıkarır. Bu yüzden kendimizi eksik, yetersiz ya da geride hissettiğimizde aslında yanılgıya düşeriz. Çünkü gördüğümüz, bütünün sadece küçük bir parçasıdır.
Unutmamak gerekir ki, görünmeyen taraf da en az görünen kadar gerçektir. Başkalarının hikâyelerinden çok kendi yolculuğumuza odaklanmak, ruh sağlığımız için en iyisidir. Sosyal medya, doğru kullanıldığında ilham verir; yanlış kullanıldığında ise bizi kendimize yabancılaştırır.
O yüzden belki de kendimize şu soruyu sormalıyız: “Ben neyi paylaşmak istiyorum?” değil, “Ben nasıl yaşamak istiyorum?”