Taşlanarak öldürülen, cadı damgasıyla veya sözde “onur” adına yakılarak cezalandırılan kadınlar…

İlk gece hakkı (jus primae noctis) ile aşağılanan, namus kavramı yıkılmış kadınlar…

Karısını satılığa çıkaran bezgin kocalar…

Adeta bir pislik, hastalıklı mahlûk gibi her alanda ve ortamda aşağılanan kadınlar…

Avrupa tarihinin gizlenemeyecek kadar açık gerçekleridir bunlar… Avrupa, son yüzyılda kadına karşı bu kabul edilemez yaklaşımı, tutumu ve davranış kalıplarını değiştirme mücadelesi verdiğini iddia etmektedir.

Ama geleneksel ve dinsel izler o kadar derindir ki Avrupa’nın kadına bakışını “gerçekten değişmesi” son derece zordur. Kadın (woman) erkek (man) ifadesinden türetilmiştir. Yani Avrupa kültüründe kadının kendine has bir ismi bile yoktur. Eş, zevce, hanım, hatun gibi kavramları kadına yakıştıramazlar. Bunun yerine kullandıkları kelime wife, kadın hizmetli gibi bir anlam içerir.

Avrupalının öğretisine göre ilk günahı da kadın işlemiş ve erkeği de günaha yönlendirmiştir.

Özetle Avrupa geleneklerinde kadın, erkeğin hizmetinde, ama her fırsatta dişiliğini kullanarak erkeği yoldan çıkaran ve Tanrının gazabını çeken bir mahlûktur.

Kadını bir nebze olsun insan yerine koymak ve “kadına yönelik şiddet ve hane içi şiddetten arındırılmış bir Avrupa yaratma …” düşüncesi ile İstanbul Sözleşmesini hazırlamışlar…

Fakat!

İlginçtir, sözleşme sinekleri öldürmeyi ama bataklığı korumayı vazediyor.

 “Kadın kimliğine sahip olduğu için şiddet görenler”i korumak iddiasındaki bir sözleşme, sadece kadınların sadece erkeklere hizmet verdiği işletmelerde işin gereği kadının mecburen maruz kalacağı psikolojik, fiziksel, cinsel ve ekonomik şiddeti kapsam dışı bırakmış…

Genel evler, gece kulüpleri, barlar, pavyonlar, müzikholler, vb. Hatta moda endüstrisi… Bu işletmeler “domestic violence” kapsamında değil…

AB’nin herhangi bir ülkesinde (maalesef Türkiye’de de) bir kadın, partnerinin kendine şiddet uyguladığı iddiası ile polise müracaat etse, kadının partneri olduğu iddia edilen kadın veya erkek “hayır ben bu kadının menajeriyim, müşteri seçiyor, bu nedenle tartıştık, itiştik” dese, İstanbul Sözleşmesi ve bu konuda çıkartılan 6284 sayılı yasaya göre şikâyetçi kadını korumaya yönelik tedbirler uygulanamaz. Ahlak masası devreye girer. Bu durumda 5237 sayılı kanunun “fuhuş” ile ilgili 227. maddesi gereğince işlem yapılır. Şiddete uğradığı iddia edilen kadın mağdur olarak tanımlanmaz. Hatta menajeri olduğunu iddia eden kişiye dava açılsa dahi şikâyetçi kadın davaya müdahil olamaz. Bu durumda şiddet gördüğünü iddia eden kadın “sex işçisi” olarak sadece bir iş kazasına uğramış kabul edilir ki bu durum İstanbul Sözleşmesine göre hane içi şiddetle ilgili değildir.

Mide bulandırıcı ama böyle…

“Sex işçisi” ifadesi abartılı ve ajite edici kabul edilebilir.  Başka örnekler de verelim:

Podyumlarda aniden ölen ve yaşı en fazla 16 olan mankenler, sırf daha fazla insanın ilgisini çeksin diye incecik kıyafetlerle buz gibi ortamlarda çalıştırılan ve yaşı en çok 18 olan hostesler… Bu “kadın çocuklar” İstanbul Sözleşmesinin konusuna girmez. Tabii babası veya annesi gelip kızının kolundan tutup onu zorla eve götürmek istemedikçe… İşte o zaman kıyamet kopar…

Pasaportlarına el konulup masaj salonlarında, genel evlerde, pavyonlarda çalıştırılan kadınlar… İstanbul Sözleşmesi bu kadınlarla da ilgilenmiyor. Kocaları veya ailelerinden birileri gelip “hadi evimize gidelim” deyip kolundan tutarsa fiziksel şiddet olur ki bu İstanbul Sözleşmesi kapsamında ele alınır, ama müşterisi veya patronunun “paranı verdim karşılığını isterim” diyerek yaptığı fiiller İstanbul Sözleşmesinin kapsamına girmez.

Siyasi partilerce(!) ailelerinden koparılıp, eline silah tutuşturulan 12 yaşındaki “gerillalar(!)”… Bu “kadın çocuk askerler” de İstanbul Sözleşmesine göre sorun teşkil etmiyor. Ama anneleri “kızımın namusunu kirletiyorlar” dediğinde siz görün kızılca kıyameti…

Günlüğü birkaç Avro ile kiralanan ve polisle çatıştırılan çocuk göstericiler… Birkaçının ölmesi en büyük arzularıdır. Zira kan akması gösterileri daha da bir anlamlı yapar. Ama kızını böylesi bir gösteriden çekmek isteyen bir babanın basında nasıl haber olabileceğini bir hayal edin… İstanbul Sözleşmesi baba ortaya çıkana kadar gösterideki “kadın çocuklara” neler olduğuyla ilgilenmez.

Roman Polanski adındaki yönetmen… Ülkesinde 13-14 yaşlarında ki kız çocuklarına tecavüzden tutuklanma kararı çıkınca Fransa’ya kaçmış, tabii ki Fransa böylesi büyük(!) bir yönetmeni iki kıza tecavüz etti diye teslim edecek değil, onlara göre sanat(!) iki çocuğun hayatından daha önemlidir, kafaları böyle işler… Bu yönetmen daha 17 yaşındaki başka bir kız çocuğunu oynattığı, tabii kadının dişiliğini anlatan filmiyle Oscar ödülü kazanmış... Bu rezillere sanat(çı) yaftası yapıştırıldığı için “kadın çocuklara” yapılanlar İstanbul Sözleşmesi kapsamında değil.

Amerika ve Avrupa’da “me too” olarak bilinen kadınlara taciz olaylarını duymuşsunuzdur. Bu kadınlar eğer başka nedenlerle ipi çekilmemiş olsa şiddet uygulayan yönetmen hakkında bir tek kelime bile edemezlerdi. Hâlihazırda korkudan konuşamayan sektör kadınlarını bir düşünün lütfen.

Yani konu sadece korkutularak, cebren ağzı medyaya kapatılmış; bedeni hizmete açılmış “sex işçileri” değil. Dahası da var. Yunanistan merkezli yürütülen kadın ticaretini duyanınız oldu mu? Yıllık yüzbinlerce kadından bahsediliyor.

Peki ya organ ticaretini duyan var mı? Tabii bu konuda en çok kullanılan kıta Afrika’dır.  İstanbul Sözleşmesi, Afrikalı göçmenler için olsa gerek, kadın sünnetini insanlık dışı kabul eder ama kendileri veya organları satılan Afrikalı “kadın çocuklar” yine kriminal istatistiklerde gizli kalır. İstanbul Sözleşmesinin ilgi alanında değildir çünkü.

Bunlar istisna mı?

Bilimsel makalelerde kaybolan veya ticarete konu neredeyse tamamı kadın ve çocuk olan milyonlarca insandan bahsediliyor ki pek çoğunu soran bir ailesi bile yok… Ama İstanbul Sözleşmesi odağımızı her bin aileden ikisinde (bir teki bile fazladır) yaşanan, adına kasten aile içi şiddet dedikleri olaylara çevirmemizi istiyor. Ama on milyonlarca kadının, ticari bir meta olarak kullanıldığı, her türlü işkenceye maruz kaldığı, daha da ötesi katledilip organlarının satıldığı mekânlarda oluşan şiddetti “domestic” olarak görmememizi istiyor.

Son on yıldır eğlence sektöründe veya terör örgütlerine üye kadınlara yönelik herhangi bir şiddet haberi okudunuz veya duydunuz mu? Zira İstanbul Sözleşmesi gereği kurulan izleme örgütü (GREVİO) sadece hane içinde şiddete uğrayan kadınların istatistiklerini istiyor. Kadına yönelik işletme/örgüt içi şiddetle ilgilenmiyor.  AB bu tip “işyerleri”nde veya örgütlerde kadınlara yönelik şiddeti önleme faaliyetlerini desteklemiyor, yani kaynak aktarmıyor.

Sözüm ona kadın dernekleri ve medya, parayı kim veriyorsa onun tezlerini destekleyecek projeler geliştiriyor maalesef. Tabii proje için gerekçe gerekiyor. Olmayan soruna proje yazılıp para istenemeyeceğinden kadına yönelik aile içi şiddet haberleri gündemden düşmüyor. GREVİO “bu kadar az şiddet varken, ölümler bu kadar azken neyin parası” diye itiraz ettiğinde, paragözlerin “halkımız cahil, şikâyet etmiyorlar, istatistikler de doğru değil… ” şeklinde cevap verdiğini düşünmek zor olmasa gerek.

Mide bulandırıcı ama durum bu…

Ne olduğunu bilmeden İstanbul Sözleşmesini şuursuzca savunanlara şu soruyu sorun: “Siz hayatınızın herhangi bir döneminde bir genel evde çalıştınız mı?” bu soruyu hakaret kabul edecektirler. Ardından kendilerine sorulmasını dahi hakaret kabul ettikleri bir işi yapan milyonlarca kadının gördüğü şiddeti görmezden gelmelerinin nedenini de sorun lütfen. 

Bu ülkede muhafazakârlığıyla bilinen bazı kadın derneklerinin kadına şiddetin önlenmesi konusunda hassasiyetini anlamak mümkündür. Onlar güvenli yuvalarında çocuklarıyla yaşarken şehrin gece tarafındaki kadınların çığlıklarına kulaklarını tıkamalarının nedeni onları lanetli varlıklar olarak görmeleri veya onları kadın olarak kabul etmemeleri mi; yoksa yaptıkları projeler için AB fonlarından aldıkları para mı?  

Mide bulandırıcı ama gerçekte durum budur.

Bazı İstanbul Sözleşmesine karşıymış gibi konuşup, kadına şiddeti adeta Allah’ın emiri, kadını sadece cinsel bir obje gibi sunan işportacı vaizler türedi. Muhtemelen bu kişiler İstanbul Sözleşmesinin neden gerekli olduğuna ikna olmayanları ikna için görevlendirilmişler. Kur’an’il Hakîm den değil Kitabı Mukaddesten din anlatan işporta vaizlerini dinleyenler, gerçekten Allah’ın kadını aşağıladığını sanıyorlar. Oysa karı koca ilişkilerinde, ortada bir namus meselesi olsa bile, Kur’an’ı Kerim’e göre kocanın değil, kadının sözü esas alınır.  (Nur; 6,7,8,9)

Özetle İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşmenin amacının kadına şiddeti önlemek olmadığı açıktır. “Moda endüstrisi, eğlence sektörü, terör örgütleri yeteri kadar insan kaynağı bulamıyor” diyecek halleri yok tabii ki…

Asıl amacı çok nettir. Kadınları ailelerinden koparıp, yalnızlaştırmak...

Belki bir gün “me too” dedirtmek için…

Tek bir kadının bile -ki hiçbir kadın herhangi biri değildir- haysiyeti bir istatistik konusu olamaz. Kadına şiddettin istisnası da olmaz.

Çözüm mü?

Ocak sahibi kadınlara gidin. Onlar size çözümü öğretecektir.

Avrupa bile öğüt alabilir. Bugün değil bekli ama bir gün mutlaka öğrenekler: Mülkün Sahibi kadını ve erkeği tek nefisten yaratmıştır.

Mülkün Sahibine hamd ile…

(8 Mart 2012 tarih, 28227 sayılı resmî gazetede sözleşmenin İngilizce, Fransızca ve Türkçe orijinal metinlerine link eklenmiş. Merak edenler inceleyebilir.)