Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin sonunda “Bir Mendil neden kanar?” diye sorar. Ben bu soruyu son zamanlarda basında yazan ve yazar olan arkadaşlarım için (kendimi de dâhil ederek) sormak istiyorum. Yazarın kalemi neden kanar?

Şair, aynı şiirde “insan, yaşadığı yere benzer” der. Yaşadığı yere benzemek zamanı ve mekânı içinde barındıran bir durumdur. Bu nedenle insan aynı zamanda yaşadığı çağa ve çağın yarattığı ortama da benzer ve ondan etkilenir.

Tarihin her döneminde farklı rüzgârlar eser ve insanı kendine sürükler. Bazı dönemlerde bu rüzgâr sert eser ve ortalığı bir talan kaplar. Öz özü, göz de gözü görmez; insan bir çare aranır. Özellikle baskı dönemlerinde. Muhbirliğin en ok arttığı dönemler, baskı dönemleridir. Suskunluğun en çok arttığı dönemler baskı dönemleridir. Korkunun hüküm sürdüğü dönemler baskı dönemleridir.

Basında ulusal yerel medya ayrımı gitgide yandaş medya- taraf-karşı taraf medya anlayışına döndü. Eskiden gazete yazarları ister hükümet yanlısı isterse muhalif olsun toplumun “kanaat önderi” statüsünde sayılırdı. Onlar her nerede yazarlarsa yazsın; yazdıklarını okumak günlük ekmek ihtiyacının yanında yer alır, mahalledeki bayi ya da bakkala gidildiğinde “ekmek ve gazete” ayrılmaz ikili halinde yaşamımızda boy verirdi. O yazarlar her ne olursa olsun da yazmaya devam ederlerdi.

Oysa şimdi basın kalemleri sık sık karşıdan karşıya atlıyor; atladıkça da kendini suskun kılıyor ve kalemleri için için kanıyor. Hiç kimse artık olanı biten her şeyi yazma cesareti gösteremediği gibi, yazdığı konuda da sorun çıkmasın diye kesin görüş bildirmekten sakınıyor. Yazıların çoğu yönetim organlarının çevresinde, arifeden kehanet bildirmek ya da ertesi gün didiklemesi şeklinde dile geliyor. Yine de her şeyi “orta”dan götürme ç-aba-sı gözden kaçmıyor. Böylesi bir durum yazan insanı, artık kanaat önderi olmaktan çıkarıp, günden güne “yalnızlığın” eşiğine getiriyor. Bu yalnızlığın içinde kalemi kanatmaya yetecek kadar bol malzeme var. Faturalar, çoluk çocuk, gelecek, her şeyden önemlisi var olma çabası ve baş korkusu…

Şehir Tiyatroları bu sene Vaclav Havel’in Largo Desalato; dilimize “ağır yalnızlık” olarak çevrilen oyununu oynadı. Oyunda, bir aydın” İnsan Benliğinin” Fenomolojisi”adlı makalesi yüzünden tutuklanmaktan korkar; bu korkuyla baş edemediği için de kendini eve hapsederek günden güne kendini pasifize eder ve etrafındaki bütün kişilerle ilişkisi değişir gittikçe yalnızlaşır.

Birey toplum ilişkisi içinde insanın kendi duruşunu nasıl belirleyeceği her zaman tartışma konusu olmuştur. İnsan kendi duruşunu her ne pahasına olsun koruyabilir mi? Diğer bir deyişle zamanın estirdiği rüzgârdan etkilenmeden kendi siperinde kalabilir mi? Bunu yazan açısından soracak olursak, nerede duracağımıza, ne yazacağımıza kim karar veriyor; hangi nedenle yazıyoruz? Bu sorularının içinden çıkmamız gerekiyor.

Yaşatıcı yazılar dediğimiz, gazete yazıları, aydın araştırmaları içsel olduğu kadar dışsal nedenlerle yazılan yazılardır. Ancak yine de kişinin kendi yolculuğuna dâhil bir yolculuktur. Yazan insan, aydın ya da sanat insanı fark etmez, “vicdani” duruşunu çağın getirdiği rüzgârla kaybederse çıkarı yoktur. Vicdan, insanın sürekli olarak dünyaya olduğu kadar kendisiyle de karşılaşma çabasıdır. İnsan bu yolculuğa çıktığında aslında itiraz ettiği çürümenin bir kısmı olup olmadığını da sorgulayarak, itiraz ettiği şeyde olgunlaşıp olgunlaşmadığını anlamaya ve adil olmak konusunda büyüyüp büyümediğine bakmak zorundadır. Ya değilse talanın sizi de girdabına alması kaçınılmaz.

Peki ya karşıdan karşıya geçmenin güvenli bir yolu var mıdır? Karşıdan karşıya geçerken kişiye kim-ne rehberlik edecektir? Karşıdan karşıya geçmek, kişinin değişim hakkını kullanması mıdır, korkunun ya da konforun kendini sarması mıdır? Yazar, korku ve yalnızlık dolambacına düşmeden, kendini anlamlandırdığı noktada, kendi üslubunca, belirlediği noktada nasıl durur?

Kalemi kanatmadan önce, yıldız haritasından ziyade, dönüp kendimize bakmak evladır.

Tarihe baktığımızda âlim de ölmüştür zalim de ama; fark vardır arada!