Albert Einstein, 1905 yılında izafiyet(Görelilik) kuramını ortaya attığında ya da 20.yy’ın başında dünya nüfusu yaklaşık 1,5 milyar olarak biliniyordu. 1900’lü yıllarda dünyamız henüz iki dünya savaşını görmediği için çıldırmamış, güven içinde yeşil bir dünyada yaşayıp gidiyordu. Bu yüzyıldan itibaren 50 yaşından önce ölümü gören insanın ömrü de uzadı ve ortalama yaş 70’e günümüzde ise daha da yukarılara tırmandı. Birleşmiş Milletler Dünya Nüfus Günü, 1987 yılında dünya nüfusunun 5 Milyara ulaştığını duyurdu ve 1989 yılında 11 Temmuz gününü de bugüne bağlı olarak “Dünya Nüfus Günü” olarak ilan etti.

2020’leri karşıladığımız bugünlerde ise hayat her ne kadar kolaylaşmış görünse de dünya çapında hiç olmadığı kadar nüfus artışı ve çocuklara kadar inen güvenlik sorunları giderek büyüyor. 19. yüzyılın ortalarından beri dünyanın kaynaklarının insanlığı ne kadar idare edeceği konusu tartışılıyor. Dünyadaki tüm sorunların kökeni, doğanın yanlış kullanımı sonucu kaynakların tükenmesine ve nüfus artışına bağlanıyor?

Birleşmiş Milletler, nüfusun kontrol altında tutulabilmesi için aile planlaması gibi bilinçlenmeye yönelik çalışmalarının yanı sıra çocukların aşılanması gibi sağlık projeleri de yürütüyor. Ancak sorun şudur ki “nüfus artışı” dünyanın gerçek problemi midir yoksa dünyanın kaynaklarının dengesiz dağılımı mıdır? Çocuklar için aşı yapılarak sağlıklı insanlar olması hedeflenirken dünyada her gün artan sayıyla çocukların mayın tarlalarında mayınları temizlemek için, tünel ve yol yapımlarında bombacı olarak kullanılması; savaşlarda kullanılan çocuk askerler; fuhuş için neredeyse bebeklik dönemine inan yaş ortalaması ve çocukların çok küçük yaşlarda satılması, tarımda ve sanayideki çocuk işçiler, çocuk gelinler ve anneler, eğitim sorunları ve daha da uzayabilecek pek çok sorun dünyamızı giderek hem büyükler hem de küçükler için karartıyor.

Dünya nüfusunun artışındaki dağılım yüz yüze gelinen sorunla ilgili de farklı fotoğraflar çıkarıyor. Batı toplumunda nüfus azalması yaşlı nüfusun artışına yol açarken; doğu toplumlarındaki artışla birlikte genç nüfus ve işsizlik artıyor. İşsizlik beraberinde işgücün ucuzlamasına yol açtığı için uzak doğu ülkelerinin çoğunda insanlar açlık sınırının da altına çalışıyor.

2012 yılında Bangladeş’te Wal-Mart, JC Penney, H&M, Marks & Spencer, Carrefour ve Tesco gibi dünyaca ünlü firmalara giysi üretilen bir fabrikada 120 kişinin ölümüyle sonuçlanan yangın öncesinde işçiler maaşlarının yalnızca 60 dolar olabilmesi için mücadele ettiler. Ucuz iş gücü hala bu ülkelerde devam ediyor. Artan nüfus; işsizlik, ucuz iş gücü, iç- dış savaşlarla insanlar göçe zorlanıyor; göçle birlikte mültecilik de sorunlara ekleniyor.

Birleşmiş Milletler, dünya nüfusunun artış sorununu önlemeyi küresel bir çözüm yaklaşımıyla ele alsa da bölgesel bir sorun olarak algılanıyor. 2024’ten sonra Hindistan’ın nüfusunun Çin’den fazla olacağı söyleniyor. Bu algıyla nüfus artışı sorunundan batılı ülkelerin etkilenmeyeceği sanısı oluşuyor ki, göç ve mülteciler sorunu bu ülkeleri de tehdit ediyor. Bu arada modern ve sermaye sahibi ülkelerin ekonomi ve demokrasi aracılığıyla yaptıkları eylemler de başka bir tehdit.

Ülkemizde de nüfus artışıyla birlikte benzeri sorunlar yaygınlaşıyor. Pek çoğuna devlet önlem alıyor. Özellikle aile planlaması ve çocukların aşılanması konusunda örnek projelerle büyük başarılar elde edildi.

Dünyadaki nüfus sorunu ve sonuçları tek başına değerlendirilebilecek bir sorun olarak görülmemeli. Mesele, insanın dünyaya sığmaması değil, sistemin bütünsel olarak insanı dar ayakkabı ile yaşamaya mecbur bırakmasıdır. Yetersizlik kaynakların tükenmesi değil, kaynakların adil dağıtılmayışıdır. Dünyadaki nüfus sorunu insanın çokluğunda değil; nüfus sahibi insanların çoğunluğu açgözlülükle yönetmesidir. Yoksa nüfusumuz kaç olursa olsun dünya hepimize yeter de artar.

Bir de unutmamak lazımdır ki nüfusumuz ne olursa olsun dünya hiç kimseye kalmaz.

-