Sanat, insanın kendine yolculuğu ve eve dönüşü olarak tanımlanıyor. Birçok sanatçının aşkının öznesi insan ve insan sevgisidir. Şairin yüreği kendine döndüğünde bile yönünü çeviremez insandan. İnsana ait sorunları görmezden gelemez ve hayatı yorumlamaktan kendini alamaz. Gerçekler acıdır; çoğu zaman da canımızı acıtır. Bıçağın kemiğe dayandığı gün vurur yumruğu masaya. O zaman yüreğin diline küfür, haykırışına da alay düşer.

Can Yücel Kimdir?

Can Yücel’i sadece bir şair olarak anmak sanırım haksızlık olur.

1926 yılında başlayan,1999’un ağustos ayının 12. günü sona eren yaşamında kendini “Öztanım” şiirinde şöyle tanımlıyor. “Ben bir aşk değirmeniyim/ şiirler öğütürüm Ayça parkında/ Çocukları havada fır döndürürüm kollarımda/ Paydostan sonra da Don Kişot’u görürüm rüyalarımda.” Bundan olsa gerek şiirin ne olduğunun, olmadığının tartışmasına aldırmadan şiirimizin Don Kişot’u sayılır. Şiirlerini okunduğunuzda rakı kokusu gelir burnunuza. İhtimal kılıç yerine kullanmıştır. Öfkesini sansürlememiş tepkisini de dile vurmaktan çekinmemiştir.

Öfke mi bilgelik mi?

Anlamak mı yargılamak mı?

Dünyayı anlamak ve yorumlamada ya algılarımız ya da yargılarımız açıktır. Şair hikmet burcuna girdiğinde birikimleriyle ya yargılarını ya da algıladığı dünyanın ve yaşamın anlamı üzerine çıkarımlarda bulunur. Bu nedenle Mevlana ile Bektaşi dervişi; şaman ile peygamber birbirine benzer söylemler üretir.

Yürek yargıda iken algıladığı dünyada anlam kendini çürümeye bıraktıysa öfke belirir. o zaman yüreğin öfkesi dili böler. Şeytan diyor ki…” diye başladığımız cümleler çoğu zaman bu nedenle “Söyletme beni…” diye biter ve ortaya büyük bir ironi çıkar.

Can Yücel, dilimizde kara mizah anlatısı içinde önemli bir durak ve tarih içinde her dem yerini koruyacak bir Nasrettin Hoca, bir Bekri Mustafa, yaşamın çivisinin nerden çıktığını gösteren bir rehber gibi anılacaktır. Onun muhalif duruşu Fuzuli, Şey Galip gibi şairlere uzanır. Hayata karşı zeki ve eksilmeyen coşkun yapısıyla yazdığı şiirlerle topluma ince dokunmalarda bulunduğu ironik şiirleriyle o bir “Çağdaş Neyzen” dir.

Gerçeklik biçimi ve ironi

Edebiyatta gerçeklik birkaç biçimde yansıtılır. Olduğu gibi yansıtan, gerçekçi anlatımla; olmadığı gibi fantastik anlatımla, olması gerektiği gibi, ütopik anlatımla dile getirilir.

Can Yücel, şiirin diliyle bir halkın ve bir insanın ne olduğunu, ne olması gerektiğini “ne olmaması gerekir”e vurgu yaparak, insanın yalın doğasının zenginliğini açığa çıkarır.

Mizahi anlatım, yaşamın gerçeklerini, olmaması gerektiği gibi anlatarak anlatılanı farklı bir gerçekliğe dönüştürür. Dilin olanakları içinde abartılar, çelişkiler, hayvanların kişileştirilmesi, yetişkinlerin çocuksu davranışlarının anlatımı, önemsizlik, uygunsuzluk, anlam kaydırmaları, saçmalıklar hepsi mizahi anlatımda kullanılabilir.

Kara mizah ne yapar?

Bir şeyi olmaması gerektiği gibi yansıtmak “Neyin nasıl olabileceğine” ilişkin önermeler barındırır. Ancak bu önermeler bir öğüt ya da örnek yoluyla gösterilmesinden farklıdır. Mizah ya da hicivde bir şeyin nasıl olmaması gerektiği anlatılırken sık sık “saçmalık” serbest kaldığından bizi gülmeye iter. Bu saçmalığın serbest kalması zihnimizde şaşır-t-ma etkisi yarattığında da güleriz.

Kara Mizah dille bir hesap sorma işidir. “Kara Mizah”ta alaycılık, saldırganlık olarak ortaya çıktığında bir hesap görme biçimindendir. Şükrü Kurgan adlı yazar “Kara Mizah, hayatın çirkinliğini sert, acı, kimi kez de umut kıran bir dille haykıran mizahtır. Kara Mizah ölümün acı gülüşü ile gelen gülen mizahtır. Kara Mizah, biz çevreleyen ahmaklıklara karşı bilinçli bir bir kaldırmadır” der

Can Yücel, tam bu noktada sözünü çöpten sakınmaz ve cesur bir dil kurar. Onun şiirlerinde “mizah, alay, yergi, öfkenin yanı sıra dünyaya, ülkeye ve hayata eleştirel yaklaşımı, siyasi bir bilince ulaşır.

Lirik ve kırılgan

Can Yücel’in cesur ve zıpkın dili zaman zaman naif bir kırılganlık taşır. O söylediği her sözde sevecenliğini lirizme ulaştırır.

“Cıvıl cıvıldı gözleri

Yeni dağılmış bir ilkokul gibi” dizelerinde olduğu gibi.

O dilini öylesine zekice kullanır ki, “Bayraaaamdan bayrama namaz kılan, ama akşamdan akşama rakı içen bir Bektaşi dervişi gibidir ve “Kavlim benim dostluk üstüneydi /Sevgi üstüne sevinç üstüne” der.

“Belkim bir kertenkeleydim”

Her gün söze yeni anlam arayışlarının arttığı günlerimizde insan, insan için sevgi de dahil ne yapamaz ki? Bütün mesele söyleyebildiğimiz sözü tutmak ya da tutmamak; yutmak veya yutmamak. Bu da kim olduğumuza bağlı.

Can Yücel kim olduğu konusunda “Belkim bir kertenkeleydim” şiirinde “Haydan gelip huya giden bir huysuz / heyheyler içinde bir heydim” dedikten sonra şiirinin sonunda “belkim ince belkim kalın bir sestim /belkilerin kol gezdiği saatta/belkim belki bile değildim” diye bitirerek insanın kendini tanımasındaki zorluğu dile getirir.

Ya biz Kimiz?

Hangimiz kendimizi ne kadar anlatabiliyoruz? Hangimiz hayatı yorumlamada vardığımız kesin zannettiğimiz kanaatlerimiz sarsılmadı. Hangimiz hayatın incindiği noktaya acı bir gülüş bırakmıyoruz? Hepimiz belkilerin kol gezdiği saatte kim bilir belki bile değilizdir. O nedenle bize bizim ne olduğumuzu ne olmadığımızı ne olmamız gerektiğini ve ne olmamamız gerektiğini anlatan kalem ustalarına ihtiyaç var.

Bir eseri okumak bazen yazanını bazen de kendimizi anlamamıza ve tanımamıza yol açar. Herkes kendine okuyacağı bir şiirle ya da kitapla kim olduğunu söyleyebilir.

Belkim ben…

Belkim Bir Kertenkeleyim

belkim bir kertenkeleydim

piç edilmiş bir yağmurun serini

bir güzelin çirkiniydim

çirkinlerin en güzeli

yeşil koşsa güneşlerin gölgesi

ben en hızlı yeşiliydim

kurbağa yarışlarında annemin

çatal matal kaç çataldım kim bilir

bin dereden bir kendimi getirdim

haydan gelip huya giden bir huysuz

heyheyler içinde bir heydim

belkim yedi belkim sekiz belaydım

düdük çalar hırsızlanmış polisler

ben korkudan üstlerime işerdim

üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü

karşısında önüm açık gezerdim

ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan

rus cenginde çağanozdum bir zaman

iki gözüm iki koltuk-eviydi

mavilerim bir miyobun koynunda

kendi düşen köyler kentler ağlamaz

sur dışında ben oturur ağlardım

ekmek diye bağrışırdı bebeler

elma derler ben ortaya çıkardım

ağıtlarla kutlanırdı İsa-doğdu gecesi

fildişinden bir kuleydim yıktım kendimi

bilmem hangi keloğlanın fesiydim

bir püskülsüz sümbülteber tohumu

fesleğenler yaprak dökmüş şerrimden

bir naraydım kimse bilmez nereden

ya yakından ya uçmaktan gelirdim

belkim ince belkim kalın bir sestim

belkilerin kol gezdiği saatta

belkim belki bile değildim