Sonbaharın esintilerle kendini hissettirdiği Eylül ayının ortalarından itibaren, kışın acımasızlığına daha hızlı hazırlanmak zorundaydık, Ilgaz Dağı’nın zirvesinde sis vardı.
Annem “kış erken gelecek gibi, ne varsa dışarıda üzümleri kesmeden her şeyi içeri koyalım, pekmez kaynatımı Kuzum’suz olacak bu sene hayırlısıyla” derken, ıslanan gözlerini
saklıyordu. Bu iş telaşı arasında babam her akşam dakikalarca kefil için garanti iki kişi arıyor, kefil bulma varsayımlarını sesli düşünüyordu. “Bacanak, Tiftik dayı garanti sen bir
memur bul, dedi. Koca köyde çevremizde sırtı kalın kimse yok. Aman kuzum, bak bugün Caştak’ın oğlu ne dedi duydun. “Lan Esgi, Kur’an kursu dururken niye gönderiyorsun,
dinden imandan edeceksin çocuğu, tövbe tövbe” diyerek laf soktu. Abim yaşında bir de komşu, sildim ağzımı. Öğretmen ol da herkes ağzının payın alsın. Allah’ım yardım et” dedi,
bir Fatiha okuyarak rahatladı. Annem içten içe arada söze girerek “Sen rahat ol, ben rüyamda gördüm. Kefil de bulunacak, benim kuzum öğretmen de olacak” diyerek babamı
teskin ediyordu. Kız kardeşim Fadime “Aga kefil kaçmış mı, babam her akşam onu konuşuyor?” diyerek kaygı ve korkusunu titrek sesiyle bana yüklüyordu sanki…
Bağa, bahçeye gittiğimde, öküz güttüğüm arkadaşlar “Ne zaman gidiyorsun Ali öğretmen olmaya, yoksa mahsustan mı kazandım diyorsun? Bak Yaşar gitti, sen hala
öküzlerin peşindesin. Boş ver ya ta oraları, Kur’an kursu neyimize yetmiyor bizim” sözleri, herkesten saklanacak hale getirmişti beni.  Babama seslendi.” İsmail aşağıya gel, okul kaydı için verilen evrakları da getir bir bakalım!”
dedi. Hepimizi bir heyecan sarmıştı. Öğretmenimin geldiğini gören komşularda toplandılar.


Öğretmenin bir eve ya da önüne gelmesi o aile için hep bir onur kaynağıydı. Komşular “Ne olmuş, Ali için mi gelmiş, hayırdır inşallah” gibi fiskoslu konuşmalar yapıyorlardı. Babam,
evrakları öğretmenime verdi. Hepsini inceledi. Haydi bakalım Ali, hayırlı olsun. Bugün Tosya’daydım, Ömer öğretmenle karşılaştık, oğlunu okula yerleştirmiş. Ali’yi de hemen
çağırırlar, babası hazırlıklarını yapsın, selam söyle ben kefil olacağım” dedi. Koşumuz Bekir dayı,” Öğretmen bey ben kulağını çekmeseydim şehirde kader çeken fırıldakçıları izleyecek,
imtihanı kazanamayacaktı” deyince, Öğretmenim “Bekir Ağa yaptığın bir iyiliği hemen alnımıza çakmasan iyi olurdu” dedi. Komşular hayırlı olsun dileklerini söyleyerek dağıldılar.
Öğretmenim “Bir sıkıntı olursa beni haberdar et” diyerek ayrıldı.


Hep geleceği düşlediğim tek odalı evimizin hüzünlü gecesine güneş doğmuştu sanki. Annem akşam için hazırladığı sofrayı kurarken “şükürler olsun Allah’ım, emeklerimizi boşa
çıkarmadın. Sağlık ver odun çekerek okuturum kuzumu” sözlerin mırıldanıyor, arada babamın telaşını anlamak istiyordu. Yer sofrası kuruldu. Kardeşlerimle oturduk. Babam
isteksiz, kaygılı şekilde oturdu sofraya, anneme dönerek “ Haydi bakalım yumurta kapıya dayandı. İki kefil gerekli, kime gitsem, kime desem bulamadım. Bacanağa boyun eğeceğim
başka çare yok. Onun tanıdıkları ve çevresi çok Tosya’da” diyerek bulgur aşını isteksiz kaşıklamaya başladı. Kara Ali pehlivanlığıyla ünlenmiş, iyi ata binen, avcılığa meraklı,
evinde bir iki kafeste sürekli keklik besleyen, sevilen sayılan bir kişiydi. Teyzemin eşi, aynı zamanda komşumuzdu. Kavgaları yoktu ama babamla pek yakın muhabbetleri yoktu. Çok
sert mizaçlıydı. Mahallenin tüm çocukları çekinirdi. Annem de aklından geçen tüm yöntemleri sıraladı ama babamın aklına hiçbirisi yatmamıştı. “Ne olursa olsun bacanakla bir
görüşeyim!” dedi. Ayağa kalktı. “Ben hemen gidip bir konuşayım, gel Ali beraber gidelim” diyerek kolumdan tuttu, çok yakındı evlerimiz. Hızla evin penceresini açmış tütün
içiyormuş. “Bacanak müsaitsen konuşmamız gerek, yardımına ihtiyacım var. Hayırdır gelin içeri!“ İçeri girdik, babam hemen söze girdi. “Yatsı olmadan durumu anlatayım bacanak.
Yatılı okuyanlara iki kefil gerek. Noterden alınacak, yoksa kayıt yapmıyorlar. Memur istiyorlar. Ömer Öğretmen kefili olacak ama bir kişi daha gerekli. Önümüzdeki hafta senet
işini halletmem gerek. Diğer hafta da Kastamonu Devlet Hastanesinden heyet raporu alınacak, inşallah bir engel çıkmaz.” Eniştem bitmek üzere olan sigarasını söndürdü,
tabakasından tekrar tütün sararken konuşmaya başladı. Babam hiç sevmezdi ama tütünü, yüzüne doğru gelen dumanlar aldırış etmiyordu, Eniştemin diyeceklerine odaklanmıştı.
“Bacanak, adaşım için ne gerekiyorsa yaparım. Benim de işim vardı şehirde. İki üç gün odun hazırlayalım, Deringöz girişindeki bağlarda bir iki yer odun tembih etti, sahi sen kök çırayı
iyi söküyorsun, çıra hazırla odunun iki katı on liradan veririz, Cuma günü gidelim. Ali’ye harçlık gerekecek.” Babamın yüzünde mutluluk belirdi birden. “ İyi dedin bacanak, odun
işine ormancılar pek göz açtırmıyor, ama kökten çıraya bir şey demiyorlar. Odundan zahmetli ama parası da iyi. Öyle yapalım, bende üç günde tedarik edeyim. Ali’yi yanıma
götüreyim iki gün yardım eder bana” dedi. Müsaade isteyip kalktık. Yatsı ezanı okunuyordu. Hava iyice kararmış, evlerin pencerelerinden belli belirsiz cılız idare, kandil ve ocaklarda
yanan çıra ışıkları yanıp sönüyordu. “İnşallah hallederiz tez yoldan kuzum. Haydi bakalım sabah ola hayrola” diyerek eve geldik. Babam eniştemin konuştuklarını anneme detaylı bir
şekilde anlatırken bende kardeşlerimin yanına yatarak, ışıklı rüya hayalleriyle bir süre ocakta yanan ateşin çıtırtılarını dinlerken uyumuşum…
Tenceresini kaynatabilmek için karınca gibi çalışan köylülerimin çoğunluğu beslenmeden öte karnını zor doyurabiliyordu. Kışlık hazırladığı odunların bir kısmını gidiş
dönüş otuz iki kilometre yol kat edip hazır pazar ekmeği alarak harmana kadar Halil İbrahim sofralarına destek veriyorlardı. Orman cezasına af olmadığı için ormancı köyün ve çevrenin
zorunlu saygın ve en korkulan kişisiydi. Ormancı atını gezdirmesi için seçim yapardı. O sayede atı gezdiren de saygınlık kazanıyordu.


Gün doğarken kök çıra hazırlamak için yola çıktık. Babam, “Bir saate varırız. Molla Ahmet’in Derede birkaç tane toprak altında kalan karaçam köklerini behlemiştim, inşallah
birileri çıkarmamıştır. Üç dört yük yaparsak kırk lira demek. Yüz elli liramız var. Borç harç üç yüz liraya tamamlarsak senin okul işlerin görülmüş olur.” Benim dinleyip dinlemediğime
bakmadan süreli konuşuyordu. Güneş çam ağaçlarının üstünden koyu gölgelerini ayaklarımıza sererken, öğretmen okulu sınavlarında gördüğüm farklı arkadaşların ve Nihat
arkadaşın hiç para sıkıntısı çekmediğini düşündüm. Babam öğretmen olsaydı, ya da Ankara Numune Hastanesinden çıkıp köye dönmeseydi bu sıkıntıları çekmezdik düşünceleri
içindeyken “Tamam geldik, eşeği suyun kenarındaki çalıya uzunca bağla otları yesin” sözüyle hedefe geldiğimizi anladım. Babam ağacın köklerini kazma ile açtı. “Kürek almayı
unuttuk, yarın kürekte getirelim, bu kökler bize yeter.” dedi. Üç ağaç kökünü topraktan dışarı çıkardı. Ben de köklerin kesimine yardımcı oldum.” Tahmin ettiğimden daha
çıralıymış kökler. Bacanak biraz daha fazlasına razı eder belki” diye eşeğe yükleyecek boyutta kestiklerini kenara yığıyordum. Güneş tepemize dikilmişti. “ Eşeğin yerini değiştir,
azık torbasını da suyun kenarında aç, ne koyduysa annen yiyelim, Namazımı kılayım, öbür kökü de açıp gidelim. Yarın dana erken gelip bitirelim.” dedi. Ormanda rüzgârın uğultusu,
suların şırıltısı, kuşların ötüşü, balta seslerinin yankılanışı, bazen domuz ve tilkilerin kaçamak geçişleri korku ve cesaretimizi doğa ile candaş haline getiriyordu. Bir gün daha
giderek iki yük çıra sökme işini bitirdik. Perşembe günü erken kalkarak hazırlamış olduğu çıra odununu getirdi babam. Çocukluğumun, geleceğimin laboratuvarı olduğunu yıllar sonra
fark edecektim.


Perşembe akşamı cuma hazırlıkları tamamlandı. Babam ile eniştem konuşup anlaştılar. Sabah ezanı öncesi yola çıkacaklardı. Annem heybeye azık ve bana ait evrakları
özenle koydu. Eniştem çıraların çok kaliteli olduğunu, yükünü daha fazlaya vereceğini söylemiş, anlatırken neşeleniyordu babam. Cuma sabahı Annem ve teyzem “Allah işinizi

rast getirsin” direk uğurladılar. Eve girdiğimizde annem durmaksızın dualar ediyor, benim görmemi istemiyordu, gözlerini kaçamak silerken “Allah’ım kuzumun yüzün güldür, bahtını
açık et” sözlerini gün gibi hatırlarım. 

 
Benim için çok uzun oldu ekim ayının ilk cuma günü. Rutin günlük işlerimizi yaparken, “ya babam kefil bulamazsa” korkusu beni tedirginliğimi artırıyordu. Kendimi bir
kuyuya düşmüş gibi hissediyor, akşamım olmasını babamın getireceği haberi düşünüyordum. Kimsenin beni görmesini istemiyor, saklanıyordum sanki.
Akşam ezanı okunurken babamla eniştem döndüler. Babamın” Allah razı olsun bacanak, gerisini hallederiz inşallah” sözlerinden kefil işinin halledildiğini anlamıştım. Eve
girip sofraya oturduğumuzda babam mutluydu ve neşeyle anlatmaya başladı. “Bacanağa dediğim çok iyi oldu. Pekmez kaynamaya hazırlık yapıyorlarmış, on yük kadar getir, ama
böyle olsun hepsi.” O arada bacanak söze girdi “Hacım beni bilirsin pazarlık yapmam seninle ancak İsmail benim has bacanağım. Oğlu öğretmen okulunu kazandı. Durum malum
kayda gidecek, senet okul masrafları işte çıra satarak durumu kurtaracak biraz desteğin olsun çırayı bacanak çeksin sana.” dedi. Bağ sahibi Hacı dayı “Sözü mü olur Ali Pehlivan?
Berçinlerden aynı yükü on liraya getiriyorlar ama bu kadar yağlı değil. Bizim de katkımız olsun, on iki buçuktan alayım. Dokuz yük daha getirsin ay sonuna kadar. Madem okul işlerin
var “ diyerek yüz yirmi beş lirayı peşin verdi. İnşallah hasta söker olmadan söker çekerim çırayı. Ben söze katıldım “okula gidinceye kadar ben de gelirim” deyince “Sen kafanı takma
kuzum, ben onu hallederim. Giderayak hasta falan olursun.” dedi. Anlatmaya devam etti. “Tiftik dayı tanıdığı va bacanağın, onu adı da Ali. Sakallı iri bir adam. Kefillik kolay da bizi
kabul etmezler çalışan birini memur buluruz, Ömer Öğretmen’in kefil olması iyi olmuş bizim yakınımız orada memur, onu yaparız meraklanma” dedi. Pazartesi noterden senedi
yapacağız. İki yük çıra hazır. Hayırlısıyla hazır edelim çağırırlarsa hemen gideriz. Bir günde Kastamonu’da rapor işimiz var. Heyet Çarşamba günleri oluyormuş ayarlı gitmek lazım.
Pazartesi günü tan ağarırken eşeğe çırayı yükleyip, heybemizi ve eşeğin saman torbasını da asarak, Annemin hayır dualarıyla yola çıktık. Sabahları Ilgazlardan tam
karşımızdan esen kuzey rüzgârı nefesimizin buharını yüzümüze çarpıyordu. Devrez Vadisi’ne kadar kıvrımlı kağnı arabasının gideceği genişlikte inişli çıkışlı patika yoldan
Ankara’da çalışan köylülerimizin tenteli ciple geçişleri sırasında eşeği yolun kenarına çekmek zorunda kalıyorduk. Devrez Köprüsü’nü üç köy ve Öteyüz dediğimiz Çankırı ili,
Yapraklı ilçesinin sınır köyleri Tosya’ya ticari işlerinde gelip gitmek için kullanırdı. Çepni, Bayat, Kargın, Karabey köyleri ile arazi ve orman sınırlarımız, akrabalık ilişkilerimiz vardı.
Düğün, mevlit, hayvan otlatmalarında çocukluktan kurulan arkadaşlıklar ömür boyu sürdüğünden, bizi yolda geçenler yada bizim karşılaştıklarımızın hepsi babamın tanıdıkları
oluyor, selamlaşarak devam ediyorduk. İlçeye beş kilometre kala Ankara, Tosya yoluna çıkarak yürümek zorundaydık. Motorlu araçlar daha sık geçiyordu. Deringöz’deki Hacı
dayının bağına çırayı yıkıp teslim ettik. Durmaksızın şehre inip eşeği hana bağladık. Saman torbasını taktı babam, hancıya yarım saat sonra su vermesini söyledi.

Azık torbası ve heybemizi alarak Tiftik dayının dükkânına gittik. Uzun sakallı, geniş yüzlü iri bir adamdı. Bizi görünce ayağa kalktı, “ hoş geldiniz, demek öğretmenimiz bu ha İsmail. İnşallah
hepimiz için hayırlı olur. Siz Cuma günü gidince ben işi garantiye almak için okula gittim, Ömer Öğretmen ve bizim Hulusi ile görüştüm. Dokuza doğru gelin dedim. Oradan notere
uğradım, saat dokuz buçuğa sıra aldım. Biraz sonra gelirler, siz oturun çay söyleyeyim.” dedi. Çay söylemek için dışarı çıktı. Babam “İşimiz rast gitti kuzum, Allah razı olsun Ali
dayıdan. Sakın ha Tiftik dayı falan deme o lakabı” diyerek uyardı beni. Biz çayları içerken birçok kişi dükkâna girip çıkıyor, bir şeylere bırakıyor, fiyatlarını sorup ya alıyor ya da sağ
ol deyip çıkıyorlar. Ali dayı yorulmaksınız yardımcı oluyordu. Pazarı olan ilçemizde sokaklar, dükkânlar alabildiğine dolmuş, panayır yorgunluğu oluşmuştu. 

Ömer Öğretmen ve Memur Hulusi amca geldiler. Ali dayı dükkânı kapattı, hızla notere gittik. Hükümet meydanında mesafesi yakınmış. Nüfus kâğıtları ve ikişer resim istedi
noter. Yazım işleri yapılırken yan tarafa aldı Diğer yetkili. Ali dayı eşraftan olduğu için daha bir itibar gösteriyordu sanki. Çay söyledi, bana da gazoz getirtti. Bana dönerek “bu delikanlı
öğretmen olacak, okulu zanmış aferin. Bu kadar senedin altına kolay kolay kimse girmez. Yüzümüzü kara çıkarma, sınıfta kalmadan okulu bitir, öğretmen ol tamam mı?” derken çaylar geldi. Ömer Öğretmen, “Ali
ateş gibi çocuk, ben iki aydır kurstan beri tanıdım, oğlum Nihat’tan fazla Ali’den umutluyum ki, o yüzden tereddütsüz kefil oluyoruz” diyerek umut verdi. Bu arada hem bazı
evrakları imzalıyor hem de sohbet ediyordu. Yazan memur bizim senedi masaya koydu. Babam ve iki kefil senedi imzaladılar. Bir zarfa büyükçe bir sarı zarfa koyarak “hayırlı
olsun” deyip babama verdi. “şunu da vezneye öde” şeklinde işaret yaptı. İşlemleri tamamlayıp çıktık. Babam, “Ali dayı, Ömer Öğretmen’im, Hulusi kardaş Allah razı olsun,
beni büyük bir yükten kurtardınız, aşçı dükkânına girelim, bir yemek yiyelim” demesine kalmadan Ömer Öğretmen, “Sağ ol İsmail daha yeriz. Müdür beyden bir saatlik izin aldık.
İşimizi aksatmayalım, siz Ali abi ile o işi görün haydi hoşça kalın, hayırlı olsun” diye uzaklaştılar. Ali dayı “Bak ben de dükkânı kapattım, üç dört kişiyi aşçı dükkânına sokup
çocuğun harçlığını mı yedireceksin, zaten kuruş kuruş biriktiriyorsun. Köye bir şeyler al götür pazardan. Haydi Allah kolaylık versin işinize bakın!” dedi dükkânına doğru yöneldi.
Öğle olmak üzereydi. Hızlı adımlarla hana gittik eşeği kontrol ettik. Bizim üzümler daha tatlanmadı, biraz kara üzüm dörtte ekmek alalım, namazdan sonra hemen yola çıkarız bir su
başında üzüm ekmek yer devam ederiz. Sen dışarıda otur ben alınacakları alıp geleyim” diyerek hancıya da tembih edip ayrıldı. Hancı kısa boylu, şişmanca, konuşkan sempatik
biriydi. “Gel bakalım köylü, baban hep bu hana bağlar eşeğini, bu ara sık gelir olurdu, hayırdır seni de getirmiş. Aspıras’lısınız dimi, iyi pehlivan çıkar oradan, sen de güreş
tutuyon mu bakalım? Şeklinde alaycı bir takılma yaptı. Büyüklere saygımdan küçümser tavırlarına aldırmadan, “öğretmen okuluna gideceğim, onun işlemleri içi geldik.” dedim. O
da “Aspıras’tan hiç öğretmen duymadım, Kayı, Berçinler, Kilkuyu’dan biliyorum da. Aferin oku da kendine, memlekete yararlı ol. Bak ben han bekliyorum, eşeklerin kokusundan
usandım” serzenişlerinde bulundu. Eşek, katırını almaya gelen köye döneceklerden elli kuruş alıyordu. “En çok pazar günü oluyor işte, diğer günlerde aldığım para beş lirayı geçmiyor,
güya şeherliyiz. Sen oku oku” sözlerini durmaksızın sıraladı. Babam bu arada işini bitirmiş döndü. Hancı babama, “Köylü, bugün eşekten para almıyacam, delikanlı öğretmen
olacakmış.” dedi. Babam hiç itiraz etmedi. “Sağ ol hancı” deyip yola çıktık. Yazıçam’da bir çeşmenin başında annemin koyduğu hamurlu ekmekleri, üzüm ve domatesle yedik. Pazar
ekmeklerine dokunmadık. “Eşek de yorulmasın, Kızılkaya da falan biraz binersin, ben yürürüm.” dedi. İkindi üzeri köye geldiğimizde, babamın mutluluğu, annemin gözlerine
vurmuştu. “Erken geldiğinize göre iler iyi gitti inşallah.” Çocuğun bavulun hazırlayalım, haftaya çağırırlar mutlaka. Geç kalırsa derslerden geri kalır. Yarından tezi yok yedi yük
çırayı teslim edelim, parasını peşin aldık.” Ayaküstü konuşmaları arasında, dinlenmek için
eve çıktık.


Ekim ikinci haftası sonlarında okula kaydımı yaptırabileceğim haberi geldi. Çarşamba günü sağlık raporunu alarak aynı okula gitmem gerekiyordu. Beş gün sonra
öğretmen okulunda olacaktım. Annem hiçbir eksiğim olmaması için okuldan verilen almamız gereken listeyi her akşam okuttu babama. Kara Ali eniştemden elli lira borç
aldığını, üç yüz liraya tamamladığını mutlulukla ifade ettiğini hala anımsarım. Salı günü öğleden sonra sessiz gözyaşları ve yüreği dağlayan sessiz ağıtlar arasında
bavul, bir de azık torbamızı alarak çıktık yola. İki saat kadar yürüdükten sonra anayola çıktık. Yolun sağında Kilometre taşında Tosya 5 km yazıyordu. Taşa sırtın yaslayıp oturdu
babam. Bizim geldiğimiz yoldan römorkörü olmayan bir traktör çıktı. Babam hemen kalktı.

Traktör yanımızda durdu. “Hayrola İsmail nereye?” Yarın Kastamonu’ya gidecez Hafız. Ali okul kazandı ya. Babamın asker arkadaşı Bayat köyünden, hem de arkadaşım Yaşar’ın
eniştesi. Bizi traktörün teker üstü çıkmalarına bindirdi, bavul ve torbayı arka kriko demirine astı yola devem ettik. Giderken Hafız Ali dayı babama sitemler etti. “Neden haber etmedin,
paraya ihtiyaç var mı? Bunlar bizim ve memleketin geleceği. Yaşar da Ali de okuyacak yüz akımız olacaklar. En erken minibüs bileti alalım. Benim misafirimsiniz bu gece. Ali
Tosya’da bir evin var tamam mı?” diyerek, babamın konuşmasına bile fırsat vermedi. Yazıhanenin önünde indi iki bilet aldı ve çıktı. Babam bilet parasını vermek için para
çıkardı. Hafız Ali dayı babama ,”İsmail canımı sıkma, Ali benim de oğlum sayılır bundan sonra koy paryayı cebine” diye çıkıştı. Babamın mahcubiyet ve mutluluğu yüzü kızararak
yaşadığını görmüştüm. Ali dayımın bu denli ilgisi ve sonraki yıllardaki desteği hep yanımda oldu.


Çarşamba günü minibüsler önce devlet hastanesine, daha sonra garaja iniyormuş. Zamanında Rapor sıralamasına girdik. Saat on ikiye kadar tüm muayeneler bitti. Daha çok
öğrenciler vardı. Saat heyetin toplanacağını söylediler. Saat 14 sıralarında raporlar verildi. Sonuç normal yazıyordu. Babam birisine raporu gösterdi. “Benim de normal. Normal sağlam
demek, hayırlı olsun, ben Namsel Uslu, biraz daha okuyacağım. Ali Küçük tamam, Nihat Hocanın öğrencisi, Mümtaz kazandığınızı söylemişti. Sakın sınıfta falan kalmayın Tosyalıları
mahcup etmeyin. Gençliğimizin öğretmen idolu olan abimiz ile birlikte çalışmadık ama aydınlanma mücadelesinin her platformunda omuz omuza olduk yıllarca.
Biraz tabanlara kuvvet garaja kadar yürümemiz gerek, simit gazoz alıp atıştıralım, seni okula bırakıp buralarda kalmadan Tosya’ya ineyim diye hastane kantine geçtik. Yolcu
işi atıştırıp yola çıktık. Yolumuz epey vardı, çay boyundan garaja inecektik. Torbayı bana verdi, arada tahta bavulu sağ elinde sol eline geçirerek yürüyorduk. Hükümet meydanına
inmeden arkamızdan gelen küçük otobüs biraz önümüzde durdu. Babam, “Bu okulun arabası Ali. Kazım Öğretmen beni buna bindirmişti. Şoföre bir diyeyim bakalım inşallah bizi de
alır.” Şoförün kapısına yaklaştı, “Abey merhaba, biz okula gidecez çocuğu kayda getirdim, yer varsa bizi de alsana.” Şoför kafasını çıkardı beni de gördü. “Haaa sen imtihanlarda
okuldan binmiştin, tabi tabi geçin hemen gidiyoruz.” diyerek otobüse bindirdi bizi.Yarım saat sonra okuldaydık. Babam şoföre “Allah razı olsun” diyerek idare binasına yöneldik.
Öğrenci başkanı bir abi “ kayıt için geldiniz dimi, ben yardımcı olayım” diyerek bir odaya götürdü. Memurlar ve Müdür Yardımcısı olduğunu sonradan öğrendiğim Azizcan Özalp
isimli öğretmenimiz vardı. Uzun boyu dikkatimi çekmişti. “Bizim köyde bu kara uzun adam yok” diye aklımdan geçti. Babam hazırladığı tüm evrakları verdi, işlemler devam ederken
bavulu açtırıp alınanları tek tek kontrol ettiler. Öğrenci başkanı da yanımızda bekliyordu. Azizcan Öğretmen’im, “Haydi hayırlı olsun. Sınıfın 1/E Numaran 946.” Öğrenci başkanına
dönerek, yatakhane yerleşimine kadar sana teslim. Önce sınıfına bırak son derse arkadaşlarıyla girsin. Ders bitiminde bavulunu da yatak haneye götür, nevresim ve çarşafı
yatağına yapıver çocuk da görsün.” Babama dönerek, “İsmail Bey, arktık Ali okulumuzu öğrencisi, bundan sonrasını merak etmeyin. Sizin birse bizim bin çocuğumuz var. Ülkemi
ışık saçacaklar ben inanıyorum. Elbise, ayakkabı işlerini grup öğretmeni düzenleyecek. Gönderdiğiniz harçlıklarda grup öğretmenlerinin kontrolünde olacak. Harçlığını Ali İhsan
beye bırakabilirsin.” Babam, “Tabi müdürüm, önce Allah’a sonra sizlere teslim. Siz devleti temsil ediyorsunuz, devletimize sonuna kadar güveniyoruz.” Sözlerinden sonra Azizcan
Öğretmenimiz öğrenci başkanı abiye “Duydun Ahmet Başkan, sen de devletin bir parçası olduğunu unutma, hem çocuğu, hem de babayı hayal kırıklığına uğratmayalım diyerek yol
gösterdi. Başkan bizi sınıfıma götürürken, “Amca, vallahi etkiledin Azizcan Müdürümüzü.


Bana özel görev yükledi. Ali bak seni hiç unutmaz artık” yergi mi, övgümü anlayamadım. Çan çan! Diye kampana çaldı, içeri girme zili imiş. Başkan bavulu kendisi koruma ya aldı,
beni sınıfa yollarken babam, “ben giderim, hemen gel bir sarılayım “ diye kucakladı. Gözlerinden sicim gibi yaş akıyordu. Ne olduğunu anlamadan sınıfa girdim. En arkada boş

bir sıraya oturdum. Ayten Kurt isimli öğretmenimiz bir önceki derste işledikleri hava basıncı deneylerinden anladıklarını özetlemelerini istedi sınıftan. En iyi bildiğim konulardan olduğu
için, moralim düzelmiş korkum geçmişti. Ders bittiğinde babamda yatakhaneye kadar gelerek yatağımın yapılmasına yardım etti. “Ben Ali ihsan Öğretmenine elli lira harçlığını
bırakıp gideyim kuzum, bizi mektupsuz habersiz bırakma” diyerek yanaklarımdan belli belirsiz öperek uzaklaştı. Ayrılık ve bağlılıklar o günlerden sonra ömür boyu bizi bırakmadı.
Alnımızda bilgilerden bir çelenk korosu ve mandolin seslerinin “Öğretmen Marşı” olduğunu öğrendikten sonra, ettiğim yemini mi hiç unutmadım…