Öğretmen okuluna başladığım günden bu yana sekiz ay geçmişti. Beş on santim arası boydan, dört beş kilo ağırlığımız artmış, fizik yapımız değişmiş ve güzelleşmiş olarak döndüğümüzde annem, beni görmeye gelen tüm komşulara karşı birkaç gün hep sevecen ve güler yüzlü davrandı. Hatta geceleri yatmadan okul kıyafetlerimi giydirip evde yürütüp beni izlediler. Annem, “Aman kuzum bunu evde giy, bazılarının sözü maşallah da olsa, gözleri nazar saçıyor. Allah kem gözlerden saklasın” diyerek sevgi ve kıskançlığını belli ediyordu. Giysilerimden ayakkabılarıma ve diş fırçama kadar mahalledeki arkadaşlarım merakla görmek istiyorlardı.

            Arkadaşım Yaşar ile köyde pek karşılaşamıyorduk, tatil süresince köyden beş altı kilometre uzaktaki Alusekü mevkiinde ağılları ve davar sürüleri vardı. Bir gün bana “Ya Ali vallahi seni kıskanıyorum, keşke bizim de iki öküz bir eşeğimiz olsaydı, köyü özlüyorum. Yaz tatilim hep davar gütmekle geçiyor” demişti. Ben de “davarımız yok süt, yoğurt yağ yiyemiyoruz evde” diye hayıflanıyordum.

              Üç gün sonra babam, “Kuzum, neden gelme diye mektup yazdım para gönderemedim biliyor musun? Âşık Ali’nin Batağında odun keserken ormancı geldi. ‘Yan tarafta kesilmiş üç tane çam ağacını sen yıktın’ diye üzerime zabıt tuttu. Bir gün önce ya da gece kesildiği belli ama garibiz ya, yeminime buraya yeni geldiğime aldırış etmedi, yalvardım yakardım olmadı. Vallahi baltayı boynuna vurmak geldi içimden, ‘git kör şeytan’ diyerek öfkemi öteledim. Demez mi bir de ‘daha baltayı semeri almadığıma dua et.’ Ya sabır çektim defalarca. Dal budak bir şeyler sardım döndüm köye. Durumu Muhtara, köyde ormancı ile arası iyi olanlara anlattım, fayda etmedi.

            Okula seni bırakıp geldikten bir hafta sonraydı. Kasımın yirmisinde mahkeme geldi. Cuma günü mahkemem varmış. Köyde zaten çam davasından mahkemelik olmayan yok. Kara Ali Bacanağa ‘mahkemede nasıl ifade vereyim, hiç hâkim karşısına çıkmadım ki’ diye akıl danıştım. Mahkeme günü eşeğe odunu sardım erkenden Yirlice Kaş’taki tabakhaneye yıkarak, eşeği hana bağlayıp saatinden önce mahkeme salonuna gittim. Ormancı da kenarda bekliyormuş, beni görünce uzaklaştı. Hâkim soruları sormuşçasına kafamda cevapları canlandırıyordum.

         Mübaşir ‘Mehmet oğlu İsmail Küçük, Ormancı !’ diye çağırdı. Hakim önündeki dosyaya bir de bana dipten doruğa baktı, ormancıya ‘Beş metre küplük üç tane tomrukluk çam ağacını bu adam mı kesti? Allah aşkına, bu baltayı kaldıramaz ya’ deyince ormancı, ‘Sayın hâkimim siz bunların böyle cılız olduğuna bakmayın ormanda dev gibi oluyorlar. İnanın elli kutrunda bir çamı baltayla yirmi dakikada yıkıyorlar.’ dedi.

        “İyi de üç çam yan yana diyorsun bu adamı üç çamı birden yıkacağına inanmıyorum.’

         “Efendim vallahi çamların yanında yakaladım!’

        Hâkimin, kılık kıyafetimi yırtık ve eski olması, ellerim önümden bağlayıp boynumu kırarak mahzun duruşumdan etkilendiğini anladım. Yani eski püskü elbise giyerek gitmiştim.

Hâkim, ‘Peki İsmail Küçük, sen ne diyorsun, az da değil üç çam, anlat bakalım!’

          ‘Sayın hâkimim, bizim bir gelirimiz yok. Kesimlerde verilen hakkımızı tomruk yapar, hızarla tahta yapıp satarız. Budak, dal ve köklerini de yakacak olarak kullanır, birazını satarız. Üç çocuk var. Oğlum bu sene öğretmen okulunu kazandı. Ona ayda on, on beş lira harçlık gönderebilmek için tahta, odun, çıra satmak zorundayım. Onun için de ormanın içine girmem gerek. Vallahi onları ben yıkmadım hâkim beyim.’

         ‘Ben ormancıma güvenmek zorundayım, sana bir kastı mı var ki üzerine yazacak suçu? Çamların yanında yakalamış seni.’

        ‘Tamam hâkim beyim, ormancı yemin etsin, çamların başında olduğuma ne ceza verirseniz razıyım. Ben otuz üç yaşındayım yalan yere yemin etmedim’ dedim.

          Hâkim, kırk beş elli yaşlarında, ciddi, her halimi inceleyen bir bakış ve duruşla hem korkutuyor hem de adaletli davranacağı güveni veriyordu bana. Kaşlarını çattı. ‘Bu kadar zararın karşılığı bir ay ceza ya da iki yüz lira para ödemen gerekecek, nasıl ödeyeceksin?”

          ‘Hâkim beyim parayı vallahi odun satarak öderim. Ya da kaçak çam yıkarım, yine beni ormancı yakalar, en iyisi ben cezamı hapiste yatarak ödeyeyim’ dedim.

          Hâkim biraz sinirlenmiş ses tonuyla, ‘Ormancılarımız sizin ve bizim geleceğimiz için ormanları koruyorlar, siz de biraz kanaatkâr ve duyarlı olun. Sizi anlıyorum ama suç da cezasız kalmamalı. Çocuk da okutuyormuşsun. Tüm para cezasını on beş gün hapis cezasına çeviriyorum, daha indirim isteme. Hangi ayda yatmak istersin?’ deyince, kurtuluş olmadığını anladım.

         ‘Hâkim beyim kış geliyor. Köye gidip, hazırlıklarımı yapıp geri geleyim. Bana bir hafta zaman verin yeter,’ dedim.

           ‘On beş gün cezanı onaylıyorum. Rast gele ormana dalmayın. En çok orman davasına bakar olduk. Bu gidişle Çankırı’ya kadar olan ormanı dağ köyleri bitirecek. Bir aralıkta geleceğin şekilde ayarla kendini.’ Kâtibe ‘işlemleri hemen tamamlayın’ diyerek mahkemeyi bitirdi.

           Akşam köye döndüğümde boşlukta gibiydim. Kafamdan neler geçti neler… On gün yatıp çıkacaktım ama elimiz çok dardı. Bari kar iyice bastırmadan yatıp çıkayım, dedim. Bir yandan da sana harçlık göndermek için hızar dilecektik. Hapisten çıktıktan bir hafta sonra çok kar yağdı. Ben de bir karın şişkinliği şeklinde dayanılmaz acı veren sancılarla uğraştım. Beni böyle görme diye gelmeni istemedim.”

            Babam anlatırken boğazım düğümlenmişti, taş kesilmiş gibi dinledim. “Ya babam ölseydi, annem kardeşlerim ne olurdu” diye düşüncelere daldım. Babam konuşmasına devam etti: “Allah’a şükür hastaneye gitmeden aspirin, gripin yutarak, pekmez içerek atlattık. On gün öncesine kadar bağ bellemelerine gittim. Artık harçlık derdimiz olmayacak inşallah. Annem söze girerek, “İyi çocuğun kafasını karıştırma, Allah beterinden saklasın, görecek günümüz, yiyecek ekmeğimiz varsa hepsi gelip geçer. Şu saz mı müzik mi çalış da geç kuzum. Halimiz belli, birileri dağı götürüyor, biz garibanlar dağımızdan bir yük odunu korkarak, kaçarak getiriyoruz. Öğretmen ol, bizi de kardeşlerini de kurtar!” diyerek duygu dolu, moral verici konuşmasını sonlandırdı. İki kardeşim de soluksuz dinlemişlerd. Tek odalı evimizde kurulan akşam sofrasından sonra, haziran gecelerinin dağ yeli esintilerin hissederek, annemle kız kardeşim Fadime, ben, babam ve küçük kardeşim Mehmet, iki ayrı çul döşek ve yorganla geleceğimizin direniş uykusuna dalıyorduk.

            Yaz tatilinde ders çalışmamın yanı sıra bahçe, tarla işlerine yardım ve iki öküzümüzün güdülmesi ve bakımlarını ben yapmak zorundaydım. Annem zaten babam ile bütün işleri birlikte yapıyordu, ayrıca ev ve yemek işleri de omzundaydı. Öküzleri gütmek için bir gruba katılmak istemiyordum. Yaşıtım ve daha büyük olanlar sırtımdaki azık torbasının yanında asılı duran mandoline bakıp, alaylı gülümsemeler ve laflar ediyorlardı. “Saz çalan çoban, Ali haydi bir saz çal da dinleyelim, şeytan icadı bu saza da benzemiyor, bu zaten şeytana uydu, Kur’an kursuna gelmedi, öğretmen olacak öküz güdüyor, boşuna gezdirme bu zımbırtıyı şöyle tıngırdat da sesini duyalım” gibi ipsiz sapsız sataşmalarla uğraştım. Birçoğunu duymazlıktan geldim. Yalnız kaldığım tüm zamanlarda, solfej, ses ve mandolinle uygulama çalışmaları yapıyordum. Görenler farklı yorumlarda bulunarak babamı bile kızdırmışlar.

           Bir akşamüstü eve geldiğimizde sinirle “Bana bak lan, türkü dersini bile geçememiş, nasıl öğretmen olacak diye bana laf sokuyorlar, ikmale mikmale kalırsan bir daha, vallahi seni Tatar Hasanlara davar çobanı vermesem neyim!” Sözleri karşısında şok olmuştum. Yine annem araya girdi.

“Hadeeeee onu diyenler burnunu silemeyen çocuklarına baksınlar. Bunu da öğrenecek kuzum. Şu cahillerin lafıyla çocuğa çatma, valla canıma tak dedi haaaa” diye bir anaaslan duruşu sergiledi. Babam da yanlışını fark etmiş olacak ki,”Lahavle” diyerek eve çıktı.

           Zaman zaman karşılaştığımız lisede okuyan Mustafa, Rüstem abiler bana moral veriyor, Ali Çakır komşumuz, “Ali getir şu sazı tıngırdatalım” diyerek  destek veriyordu. Arkadaşım Yaşar da, davarın arkasında mandolini çalamadığını, akşam ağıla geldiğinde arada tıngırdattığını anlatmıştı.

          İlk yaz tatilimde cehaletin, bilgisizliğin, ön yargının acımasızlığını kavradım ve biraz daha büyüdüm. Bütün bu söz ve davranışlar başarmam için beni kamçıladı. Eylül ayında kaldığım müzik dersini geçerek, ikinci sınıf öğrencisi olmuştum. Matematik dersinden çok uğraş verdiğim müzik dersi ile ulaştığım kazanımlarım, meslek hayatımda beni farklı serüven ve başarılara taşıdı. Müzik dersinin, “gönül ve akıl denklemi” olduğunu öğrendim.

ÇOCUK YÜREĞİMDEN

Biliyorum

Beden toprak,

Yürek taş.

Bencil sevgiler

“Güç” duruşunda…

Zifiri kör gecede

Pencerede bekliyorum kendimi…

Mehtap, öpüşüyor yakamozlarla.

Yenemediğimiz cehalet,

Emperyalizmin vahşeti

Uykuya zorluyor bedenimi,

Tarihin ölüm çığlıklarında

Silahların susmadığı sabaha…

İsyanım, zulüm ve savaşa!

Saygım sonsuzdur

Kardeşlik, sevgi ve aşka!

Hele çocuk yüreğimden

Bambaşka!