Duygusal yeme, bedenin değil kalbin açlığıdır. Bedeni doyurmak kolaydır, ama duygularımızı fark etmek cesaret ister...

Bazı akşamlar karnımız değil, içimiz kazınır. Bir parça çikolata, bir tabak makarna ya da bir dilim ekmek… o an için sakinleştirir bizi. Oysa aslında yediğimiz şey yiyecek değil, duygudur. Kimi zaman öfke, kimi zaman yalnızlık, kimi zaman da sevilme ihtiyacı.

Duygusal yeme, bedenin değil kalbin açlığıdır. Bedeni doyurmak kolaydır, ama duygularımızı fark etmek cesaret ister. Çünkü bastırılmış duygular genellikle susarak değil, yeme davranışıyla konuşur. “Ben buradayım” der her atıştırmada, her fazladan lokmada.

Bu noktada devreye beden algımız girer.

Bedenimizi nasıl gördüğümüz, kendimizi nasıl hissettiğimizle doğrudan bağlantılıdır. Aynada gördüğümüz görüntü sadece kilo, şekil ya da ölçü değildir; geçmişimizin, ilişkilerimizin, eleştirilerin ve övgülerin izlerini taşır. “Kendimi beğenmiyorum” cümlesi çoğu zaman “kendimi yeterli bulmuyorum”un sessiz halidir.

Oysa bedenimiz düşmanımız değildir. Bizi hayatta tutan, yıllardır taşıyan en sadık dostumuzdur. Onunla savaşmak yerine onu dinlemeyi öğrenmek, hem duygusal yemenin hem de olumsuz beden algısının en güçlü ilacıdır.

Bir dahaki sefere canınız bir şey çektiğinde, önce durun. Kendinize şu soruyu sorun: “Gerçekten aç mıyım, yoksa üzgün müyüm?” Cevabı duymak kolay olmayabilir, ama işte o an iyileşmenin başladığı yerdir. Çünkü bazen doymayan karın değil, doymayan duygulardır. Ve duygularımızı fark ettiğimizde, bedenimiz de nihayet rahat bir nefes alır.